My Brodmann Area 10Dış dünya ile başa çıkmak istiyorsan, insanların yüzünü görmesine izin vermeyeceksin. Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız.

30 Haziran 2015 Salı

Nedir bu “Amerika'da Eşcinsel Evlilik Onaylandı” Mevzusu? 14-556 Obergefell v. Hodges Davası


26 Haziran’da ABD Yüksek Mahkemesi (Supreme Court of The United States – SCOTUS) aynı cinsten kişilerin evliliklerinin yasalarca tanınmasının, anayasanın 14. Ek Maddesi ile korunan bir hak olduğuna karar verdi. 14. Ek Madde ise şunu diyor, hiçbir eyalet, Birleşik Devletler vatandaşının ayrıcalık ve muafiyetlerini kısıtlayıcı yasa koyamaz ve uygulayamaz; kimseyi yaşamından, özgürlüğünden ya da malından mahrum edemez, ya da kendi yargı yetkisi içindeki kimseyi, yasaların eşit koruması dışında bırakamaz.

Fourteenth Amendment (Amendment XIV) to the United States Constitution
Section 1. All persons born or naturalized in the United States, and subject to the jurisdiction thereof, are citizens of the United States and of the State wherein they reside. No State shall make or enforce any law which shall abridge the privileges or immunities of citizens of the United States; nor shall any State deprive any person of life, liberty, or property, without due process of law; nor deny to any person within its jurisdiction the equal protection of the laws. 

Birleşik Devletler’de doğmuş veya vatandaşlığına geçmiş, ve Birleşik Devletler’in yargılama yetkisine tabi olan herkes, Birleşik Devletler’in ve ikamet etmekte oldukları Eyaletin vatandaşıdır. Hiçbir Eyalet, Birleşik Devletler vatandaşlarının ayrıcalık ve muafiyetlerini kısıtlayacak yasa yapamaz ve uygulayamaz, hiçbir eyalet, yasal sürecin gereklilikleri hariç, hiç kimseyi yaşamından, özgürlüğünden ya da malından yoksun edemez; ya da kendi yargı yetkisi içindeki hiç kimseyi, yasaların eşit koruyuculuğundan yoksun bırakamaz.

Varılan nokta aynı, ABD’de gay ve lezbiyen evlilikler artık tüm eyaletlerde serbest, ama bunun sağlanmasının yolu çoğumuzun anladığından biraz farklı. Bu mahkeme  “Tamam izin verdim artık evlenebilirsiniz.” demedi. 14-556 nolu Obergefell v. Hodges davasının sonucunda 14. Ek Maddenin gerekliliği olarak tüm eyaletlerin aynı cinsten kişilerin yaptığı evlilikleri onaylaması ve başka bir eyalette onaylanmış evlilikleri de tanımasına kanaat getirdi. ABD’de bazı eyaletlerde aynı cinsten kişilerin evlenmesi serbest, bazı eyaletlerde çeşitli düzenlemeler getirilmiş, bazılarında ise tamamen yasaktı. Bir nevi anayasa mahkemesi olan Yüksek Mahkeme ise eşcinsel evliliği anayasal bir hak olarak onayıp bunu yasaklayan eyaletlerin bu kararını anayasaya aykırı bularak geçersiz kıldı. Yani eşcinsel çiftlere “Tamam izin verdim evlenebilirsiniz.” demek yerine eyaletlere, “Bu insanların evlenmesini yasaklamak anayasal özgürlüklerini kısıtlamak demektir, yapamazsın.” dedi.

167
Bu sonuç ile tarihe geçen davanın içeriği de Jim Obergefell ve John Arthur çiftinin evliliğinin Ohio eyaleti tarafından tanınmamasıydı. Jim Obergefell, internette videolarını gördüğümüz, karar açıklandıktan sonra CNN canlı yayındayken Obama’nın telefon açtığı papyonlu adam.


20 yıldan uzun süredir birlikte olduğu John ile 2013 yılında Windsor davasının karara bağlanmasından sonra evlenmeye karar veriyorlar. Evlenmeyi sembolik olarak görmedikleri, hukuken bir anlamı olması gerektiğine inandıkları için 20 senedir birlikte olmalarına rağmen evliliği hiç düşünmemişler. Ancak Windsor davasında Yüksek Mahkeme, aynı cinsten evli kişilerin de sadece eyalet yasaları değil, evliliğin sağladığı federal yasalardan da faydalanabileceğine dair karar verince bu durum değişiyor.  Çünkü yaşadıkları eyalet olan Ohio’da eşcinsel evlilik o sırada serbest değil. Serbest olan başka bir eyalette evlenip geri dönmeye karar veriyorlar, böylece federal yasalardan yine de faydalanabilecekler. Ama bunu başarmak çok da kolay olmuyor çünkü bu sırada John Arthur’un 2011’de teşhisi konan ALS hastalığı son evrelerine girmiştir, artık yürüyemez, zorlukla konuşur. Tıbbi açıdan uygun bir uçak kiralanır, masraflar arkadaşları ve ailelerinin PayPal üzerinden yaptıkları bağışlar ile karşılanır. 11 Temmuz 2013’te Maryland’a indikleri uçağın içinde nikâhları kıyılır ve üç ay on bir gün sonra John Arthur vefat eder. Arthur’un ölüm sertifikasında yaşayan eşi (spouse) olarak Jim Obergefell’in adı yazılır ancak Ohio eyaleti buna itiraz eder ve bu itirazı mahkeme tarafından onanır. Obergefell de davayı Yüksek Mahkemeye taşır.


Aslında Obergefell’in yaşadığı az rastlanır bir durum değil, Yüksek Mahkeme’de onun davasına benzer dört dava daha var. Ama Obergefell’in dava numarası (14-556) içlerinde en küçüğü olduğu için mahkeme geleneksel olarak hepsini bu davanın altında topluyor ve karara bağlıyormuş.


Peki bu karar neden bu kadar önemli? Eşcinselleri dışlamadığı, evlilikleri sonucu aynı haklara sahip olmalarını sağladığı için. Hala sosyal medyada eşcinselliğin hastalık olduğundan, herkesin sadece evinde istediğini yapabileceğinden bahsedenlere karşı bu konunun gündemde olmasını sağladığı için de bizim için önemli. Eşcinselliğin hastalık olduğu fikri seneler önce terk edildi. Hastalık veya suç unsuru olarak görülmesi yanlışı düzeltildiğinden beri de eşcinseller sosyal hayatta kendilerine yer bulmaya çalışıyor. Evleniyorlar, çocuk evlat ediniyorlar, hatta taşıyıcı anne veya sperm bankası sayesinde kendi çocukları oluyor. Bu yarım özgürlük de birçok sorunu beraberinde getiriyor. Kayıtlarda çocuklarının ebeveyni olarak sadece birinin adı geçebiliyor mesela, olası bir ayrılık durumu ve velayet davasında diğer tarafın savunabileceği hiçbir hakkı yok. Kağıt üzerinde ebeveyn olarak görünen partner çocuğu alıp gidebilir ve diğer taraf bu konuda hiçbir şey yapamaz. Evlilik için de benzer durumlar var, en çabuk akla gelen mal paylaşımı konusunda çiftleri koruyan hiçbir kanundan yararlanamazlar. “Evlenmeye ne gerek var canım, mal paylaşımı yapsınlar, vasiyet bıraksınlar.” mı diyorsunuz? Yukarıda bahsettiğim Windsor davası da tam bu sivri zekâlığın cevabı.

New York’ta yaşayan Edith Windsor ve Thea Spyer Kanada’da 2007 yılında evleniyor. 2008 yılında New York mahkeme kararıyla evliliklerini tanıyor. 2009 yılında Spyer ölüyor ve tüm mal varlığını eşi Windsor’a bırakıyor. Windsor’ın miras kalan mülkler için vergi ödemesi gerekiyor, ancak ölen kişinin eşini bu vergiden muaf tutan federal bir yasa var ve Windsor da Spyer’ın eşi olduğu için bu muafiyetten yararlanmak istiyor. Ancak 1996’da Başkan Bill Clinton’ın imzaladığı evliliği koruma yasasında (Defense of Marriage Act – DOMA), federal durumlar için evlilik, bir kadın ve bir erkeğin birlikteliği olarak tanımlandığı ve Windsor ve Spyer’ın evliliği de bu tanıma uymadığından geçersiz sayılıyor. Windsor’ın talebi reddediliyor ve 363,053 dolar emlak vergisi ödemek zorunda kalıyor. Konu mahkemeye taşındıktan sonra Yüksek Mahkeme 2013 yılında evliliği koruma yasasındaki ilgili maddenin anayasaya aykırı olduğuna karar verdi ve herhangi bir eyalette evlenmiş aynı cinsiyetten kişilerin evliliklerinin de federal yasalara tabi olacağı sonucu çıktı.

Yani evlenmesinler ne gerek var diye bir düşünce söz konusu değil. Bir kadın ve bir erkek de pekala velayet, mal paylaşımı gibi düzenlemelerle birlikte yaşayabilir, o zaman evliliğe gerek yok mu? Ki durumun ekonomik açıdan ziyade daha duygusal boyutu da var, kişi kaza geçirdiğinde veya ölümcül bir hastalık nedeniyle hastaneye yattığında partnerinin hiçbir söz hakkı yok. Ailesinden izin alınması gereken konularda söz hakkı yok, hatta bazı durumlarda eşini görmesine izin yok. Evliliklerinin her eyalette tanınması bunun gibi bir anda aklımıza gelmeyen birçok gündelik konuda da haklarına kavuşmaları açısından önemli.

Peki Amerika’dan çok uzak olmamıza rağmen biz neden bu kadar seviniyoruz? Tüm Dünya’yı etkileyen bir yerden böyle bir karar çıktığı için. Yaşamını, kültürünü bu kadar iyi satan bir ülkenin bu kararı vermiş olmasına, bunun çok ses getirmesine seviniyoruz. Sadece kararın açıklanması ile bile Twitter, Instagram akışlarımız kutlama mesajları ile doldu, çünkü markalarını, ünlülerini takip ediyoruz. İzlediğimiz diziler, filmler, takip ettiğimiz ünlüler toplumsal fikirlerin değişmesinde çok etkili. “Iyy iğrenç.”, “Uff rezillik.” diye tepki veren birçok insan Tim Cook’un eşcinsel olduğu açıklamasını duyması, canımız Sheldon’ımız Jim Parsons’ın gay olduğunu öğrenmesi, müzmin bekar Barney olarak izlediğimiz Neil Patrick Harris ve partneri ile çocuklarının fotoğraflarına bakması ile aynı tepkileri vermemeye başladı. Aşk aşktır, sevgi sevgi. Birini anormal olarak etiketlemek de kimsenin haddi değil. Alışıyoruz, alışacaksınız, alışacağız.

Love Wins.

No union is more profound than marriage, for it embodies the highest ideals of love, fidelity, devotion, sacrifice, and family. In forming a marital union, two people become something greater than once they were. As some of the petitioners in these cases demonstrate, marriage embodies a love that may endure even past death. It would misunderstand these men and women to say they disrespect the idea of marriage. Their plea is that they do respect it, respect it so deeply that they seek to find its fulfillment for themselves. Their hope is not to be condemned to live in loneliness, excluded from one of civilization's oldest institutions. They ask for equal dignity in the eyes of the law. The Constitution grants them that right.
—Justice Anthony Kennedy, Obergefell v. Hodges majority opinion


https://en.wikipedia.org/wiki/Obergefell_v._Hodges
https://en.wikipedia.org/wiki/United_States_v._Windsor


24 Haziran 2015 Çarşamba

Aldatmak - Paulo Coelho



"Ne de olsa bazen kim olduğumuzu bulmamız için kendimizi kaybetmemiz gerekir."

Simyacı’yı ortaokula başladığım yıllarda almış, okumaya da başlamıştım ama ya sıkılıp bıraktığım için kitabı bitiremedim ya da okudum ama anlamadığım için şu an kitapla ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum. O dönem kitabın benim için fazla olduğuna kanaat getirmiştim, onu hatırlıyorum ama sonrasında tekrar okumak için de hiçbir girişimde bulunmadım.

Paulo Coelho ile olan münasabetim bu kadarken geçen sene konusu ve kapağı ilgimi çektiği için Aldatmak’ı aldım. Aldatmak kısmı değil de, kitabın tanıtımlarında bahsedilen her şeye sahip denilebilecek bir kadının mutsuz olması ilgimi çekti daha çok. Demek ki gerçekten de başarılı bir kariyer, anlayışlı bir koca, genç yaşta sahip olunan sevimli çocuklar mutlu olmaya yetmeyebiliyordu. Bu merakım kitabı hemen okumaya başlamam için yeterli olmadı ama. Elime almak için kiraz mevsiminin gelmesini bekledim sanırım, yediğim şeylerin okuduğum kitapla uyumlu olması gerekiyordu :).

163
Kitap elime yapışmadı ama bitirmem biraz uzun sürdü. Merak uyandıran, sürekli okumaya devam etmek isteyeceğiniz bir hikâye değil. Sıkmıyor ama sürükleyici olduğu da söylenemez. Bir de konusu itibariyle herkesin sevebileceği bir kitap da değil, parıldayan yönü yok. Olaydan çok kitabın kahramanı Linda’nın ruh haline yoğunlaşıyor, bu nedenle kendinize yakın bir şeyler bulamadıkça kitabı beğenmeniz çok olası değil.

Kendinizden bir şeyler bulmak demek de illa aldatmak ile ilgili düşünceleriniz olması anlamına gelmiyor. Hikâye birinci ağızdan anlatılıyor ve Linda’nın düşüncelerinde 20’li yaşlarının sonundan itibaren her kadının kendine yakın hissedebileceği yanlar var. Linda da 30’lu yaşlarının başında bir kadın. Her işin düzgün yürüdüğü, herkesin kuralına uygun yaşadığı Cenevre’de yaşıyor. İyi bir gazetede çalışıyor, güzel bir evi, anlayışlı bir kocası ve mutlu iki çocuğu var. İmrenilenecek bir hayatı olduğunun farkında ama yine de mutsuz hissediyor. Sabahları uyanmak istemiyor, zorunluluktan kalkıp kahvaltı hazırlıyor, çocuklarını okula gönderiyor, işine gidiyor. Kimse bu durumun farkında değil, kocasının ve arkadaşlarının gözünde hiçbir problem yok çünkü. Hissetmemesi gerekeceği halde içini kaplayan mutsuzluğun nedenini bulmaya çalışırken bir gün politikacı Jacob König ile röportaj yapmak için buluşuyor. Jacob aslında Linda’nın lise yıllarındaki sevgilisidir ve şu an siyaset hayatının gerektirdiği biçimde sadece imajının bir parçası olan bir evlilik sürdürmektedir. Linda, belki de tekdüze hayatından kurtulmanın bir yolu olarak görerek Jacob ile birlikte olmaya başlar.

169

Kitabın olay örgüsündeki ana tema bu yasak ilişki olsa da, anlatılanlar bundan ibaret değil. İsmine aldanıp bir aşk hikâyesi beklentisine girmeyin. Linda’nın Jacob ile ilişkisi onun mutsuzluğunu sorguladığı düşüncelerine farklı bir yön vermesine vesile olan bir olay sadece. Monoton ama çok da rahat olan yaşantısında bambaşka bir heyecan ve tutku duymasını sağlıyor ve kendi ile ilgili hesaplaşmaları farklı bir yöne kayıyor. Bu ilişkinin varlığı sayesinde kitap da cüretkâr bir yetişkin romanı halini almış, Gri’nin Elli Tonu kadar değil ama cinsel anlatımlar es geçilmemiş.

Ben kitabın bu gerçek halini çok sevdim. Kocasını aldatan bir kadından bahsederken cinselliği bölüm aralarına saklayıp “Size anlatmıyoruz ama birlikte oldular.” mesajı vermek bana çok samimiyetsiz geliyor. Ayrıca gerçeklik sadece cinsellik ile hissettirmiyor kendini, bir erkeğin kaleminden çıkmış bir kadın karakterin eksiklikleri olsa da Linda’nın düşünceleri ve tepkileri çok gerçekçi. Örneğin hissettikleri üzerine vicdan azabı ile karışan ‘Neden?’ sorusu o kadar tanıdık ki. Mutlu olması gerekirken –işi, evi, ailesi olan bir kadın mutlu olmalı sonuçta- mutsuz hissediyor ve bunun nedenini anlamaya çalışıp bitmesini istiyor. Bunu hepimiz zaman zaman hissediyoruz, tırmalayan, rahatsız eden bir şey var ama sanki mutsuzluğunu kabul etmek demek yenilgiyi de kabul etmek anlamına geliyor.
“Belli bir yaştan sonra kendimizi güvende ve yaptıklarımızın doğruluğundan emin gösteren bir maske takıyoruz. Zamanla bu maske yüzümüze yapışıyor ve bir daha çıkmıyor.”
Diğer taraftan hep bir “Yine de çok şükür.” haline zorunluyuz, ben mutsuzum desek daha kötü bir şey olacak sanki ve bugünlerin aslında o kadar da kötü olmadığını anlarsak “Sen kendin arandın.” diye suçlanacağız.
Ayrıca Linda’nın olaylara karşı tepkilerini de çok gerçekçi buldum. Biraz kaderci bir tutumu var, düşünceleri elinde olmadan yaşadıkları ile de şekilleniyor, tepkileri de. Bir olay karşısında aklına bir şey geliyor ve onu yapmak için işe koyuluyor. Kitapta öyle çok acayip ‘romanlık’ olaylar da olmuyor zaten, çok kendi halinde bir havası var, tüm bunlar ile birlikte gerçek hayat havası hiç eksilmiyor.

Kitabın sonu ise özellikle benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Bu kaderci yaklaşım son sayfalarda kendini tamamıyla gösteriyor, “Ee nooldu yani şimdi?” diyorsunuz. Aslında bu da kitabın gerçekçi tutumunu tamamlıyor, Linda’nın mutsuzluğu bir anda ortaya çıktığı gibi bir anda da kayboluyor. Bu kaybolma biraz masalsı ve metaforik bir şekilde bağlanmaya çalışılmış ama çok basit olmuş bence. Hiçbir şey olmasaydı ve Linda bir sabah “Ah ne kadar da mutluyum!” diye uyansaydı bile bu halinden daha güzel olurdu.

Aldatmak, bir aşk ve aldatma hikâyesi olarak değil de, mutsuzluğunu sorgulayan bir kadının hikâyesi olarak ilginizi çekiyorsa size tavsiye edebileceğim bir kitap. Yirmili yaşlarının sonları veya sonrasında iseniz kendinizden bir şeyler mutlaka bulacaksınız. Çok bayılarak okuduğum bir kitap olmadı ama bir kitapta da olsa mutsuz olma hakkını kullanan bir kadın karakter ile karşılaşmak beni heyecanlandırdı.

“Hevesle peşine düştüğümüz her şey –sevgi, iş, iman- yetişkinliğe ulaştığımızda sırtımızda ağır bir yüke dönüşür. Bundan kurtulmanın tek yolu sevgiden geçer. Sevmek köleliği özgürlüğe dönüştürmektir.”

“Bilgelik ve tecrübe insanı olduğundan farklı birine dönüştürmez. Zaman insanı olduğundan farklı birine dönüştürmez. İnsanı olduğundan farklı birine dönüştüren tek şey sevgidir.” 


22 Haziran 2015 Pazartesi

Yeni Başlayanlar, Hiç Bilmeyenler için Magnolia Puding Tarifi



Yapmasaydım tabi ki olmazdı :)

Cook Shop’ta Magnolia yemeyen var mı? Şimdi burada klasik New York’taki Magnolia Bakery’nin Banana Pudding’i hikayesine girmeyeceğim. Onu hiç yemedim, Cook Shop’takini ise çok seviyorum ama her yediğimde içimde evde yapma isteği uyanıyor. Çilek, nutella, oreo ne istiyorsam bol bol eklemek istiyorum.
Aslında bayadır aklımdaydı bu işe girişmek, pazar günü annemi çilek ayıklarken görünce harekete geçmeye karar verdim.


Orijinal tarife yaklaşma çabam sonuçsuz kaldı, yabancı sitelerde Magnolia Puding diye verilen bütün tarifler hazır vanilyalı puding ile yapılıyor. Ben de Türkçe sitelerde rastladığım en yaygın tarifi denedim ama açıkçası çok memnun kalmadım. Aslında tadı çok güzel oldu, kahvaltıda bile yiyorum :), ama beklediğim gibi değildi sadece. Aşağıda tarifini vereceğim, bildiğiniz bebek muhallebisi, ben biraz daha puding kıvamında nişasta tadı daha az bir tarif arıyorum aslında. Deneyeceğim bir tarif daha var, onun da tadına baktıktan sonra buraya ekler, hangisinin hoşuma daha çok gittiğine de karar veririm.

Malzemeler:

1 litre süt
1 su bardağı toz şeker
3 çorba kaşığı nişasta (ben iki kaşık buğday, bir kaşık mısır nişastası ekledim.)
2 çorba kaşığı un
2 yumurtanın sarısı
1 paket vanilya
1 kutu krema (200 ml)
Bebe bisküvisi, oreo, çilek, muz, nutella

Eğer çok tatlı tüketmiyor veya kalabalık değilseniz, bu tarifteki ölçüler biraz fazla gelebilir. 1 litre sütten baya fazla muhallebi çıkıyor, bisküvisi meyvesi de derken de çok bereketli oluyor. Miktarları yarıya düşürebilirsiniz.

Yapılışı

1 litre sütü derince bir tencereye boşaltın.  Üzerine toz şeker, nişasta, un ve vanilyayı ekleyip mikser ile tamamen karışana kadar çırpın. Böylece muhallebinin topaklanmasını önlemiş olacağız.

İki yumurtanın sarısını beyazından ayırın, beyazları atmayın yüzünüze maske yaparsınız :). Sarıları da tencere ekleyip, mikser ile iyice karıştırın.

Tencereyi ocağa alıp orta-kısık ateşte (ocağın en küçük gözünde alevi sona yaklaştırabilirsiniz, ya da orta gözde kısık ateşte) dip tutmasına izin vermeden karıştırarak pişirin. Karışım koyulaşıp muhallebi kıvamını aldıktan sonra 1-2 dakika daha pişirip (un ve nişasta kokusu iyice kaybolsun diye, zaten koyulaşmaya başladığında tatlı muhallebi kokusunu duyacaksınız.) altını kapatın ve ocaktan alın. Kremayı eklemek için soğumasını bekleyeceğiz, kabuk tutmaması için ara sıra karıştırarak en azından ılık bir kıvama gelmesini bekleyin. Bu arada bisküvileri parçalayıp, meyveleri dilimleyebilirsiniz. Muhallebi soğuduktan sonra içine bir paket kremayı ekleyip mikser ile çırpacağız.

Bebe bisküvisi yerine Eti Burçak veya kedi dili de kullanabilirsiniz. Ben CiciBebe ile seviyorum, bence en çok o yakışıyor. Cook Shop’taki gibi ince bir bisküvi katmanı serpmek istiyorsanız, bisküviyi rondoda çekin. Ama çok uzun süre tutmayın, un gibi olur, bir kere tırtlatmanız yeterli. Eğer daha iri parçalar halinde olmasını istiyorsanız rondo işine hiç girmeyin, bir buzdolabı poşetinin içine koyup elinizle parçalayın. Ben Oreo’yu rondoya hiç koymadım, iri parçalar halinde daha çok sevdiğim için bu şekilde elimde parçaladım.

Nutella’yı da süt ile biraz inceltmenizde fayda var. Ben pişirdiğim muhallebi ile karıştırıp nutellalı muhallebi haline getirdim ve bir katına bundan döktüm. Biraz süt ile inceltip çikolata sosu gibi de dökebilirsiniz.

Magnolia Pudinginizi kavanozda, bardakta, tabakta veya kasede hazırlayabilirsiniz. Ben büyük bir tabağa hazırladım, kalanı ise buzdolabında kolay saklamak için kaselere bölüştürdüm.

167
Bir kat muhallebi dökün, üzerine cicibebe, oreo, nutella, çilek, muz ister tek tek isterseniz hepsinden dizin. Sonra bir kat daha muhallebi, bir kat daha malzeme. Üzerini bisküvi parçaları ile süsleyebilirsiniz. Cook Shop’ta istediğiniz malzemeli pudingi yan yana koyarak servis yapıyorlar, örneğin oreolu, nutellalı, çilekli Magnolia Puding yan yana konuyor. Ben öyle sevmiyorum, bu yüzden en alta bebe bisküvisi koyup üzerine muhallebi döktüm, onun üzerine çilekler dizip oreo kırıkları ekledim, üzerine tekrar muhallebi döküp aynı şekilde kat çıktım. En üste de nutella ile karıştırdığım pudingten sürdüm, böyle bir şey çıktı ortaya.


Süslemesini ve malzemeleri istediğiniz gibi yapabilirsiniz. Bardak veya kavanozda servis edecekseniz de çilek veya muz dilimlerini bardağın iç çeperine dizin muhallebi ve bisküvi katlarını öyle dökün.



Afiyet Olsun :)


18 Haziran 2015 Perşembe

Jurassic World – 3 Boyutlu Dinozor Resimlerine Bakmanın Tadı Başkaydı


Ben de çocukluğunun bir kısmı Jurassic Park çılgınlığına denk gelmiş kuşaktanım. Hatta ağbim olması nedeniyle yalnız bir kız çocuğuna nazaran daha fazla dinozora maruz kalmışımdır. Jurassic World’ün üç boyutlu olarak vizyona gireceğini duyduğumda da içime dolan eski özlemi ile heyecanlandım. Jurassic Park’ı izlerkenki şaşkınlığımız, bir anda genetik bilimine giriş yapmamız, dinozor türlerinin isimlerini ve beslenme alışkanlıklarını ezberleten oyuncaklar, dergiler, bilgisayar ve GameBoy oyunları ve tabi ki başkahramanımız T-Rex gözümün önünden geçti.

İlk film Jurassic Park’ın 3D versiyonunu kaçırmış biri olarak (nasıl oldu bilmiyorum ama çektiğim vicdan azabı hala sürüyor), dinozorlar alemi ile en canlı temasım o dönemki dergilerin orta sayfalarındaki 3 boyutlu resimlerdi. Ranzanın alt katını kalın bir battaniyeyi perde gibi kullanarak kapatır, böylece inşa edebileceğimiz en karanlık çadıra sahip olurduk. Sonra ağbim o 3D resimlerin hepsini alır, dinozor savaşları konulu bir hikâye yazıp resimleri Karagöz Hacivat oynatır gibi oynatırdı. Biz de kuzenlerim ile çadırın içinde gözümüzde yine dergiden çıkan 3D gözlükler, büyülenmiş bir halde biraz da korkarak bu temsili izlerdik. Böyle anılarla sarmalanmışken Jurassic World’ün de 3D olması benim için yeterliydi, zaten bu filmden daha fazlasını beklememek gerek.



Devam filmleri The Lost World ve Jurassic Park III bizi yeterince hayal kırıklığına uğratıp, bu seriden bir şey beklememeyi öğretmişti zaten. Gerçi fazla da gaddar olmayayım Jurassic World, diğer iki devam filmine nazaran biraz daha iyi bence. Bu güzel tarafını da Jurassic Park’a dönüş kısımları oluşturuyor aslında. Film Jurassic Park’ın olduğu adada yeni kurulmuş bir tema parkta geçiyor: Jurassic World. Yine laboratuarda ‘üretilmiş’ dinozorlar, yine kaçan bir yırtıcı, yine ortalığı karıştıran kötüler, ölen insanlar ve dinozorlardan başarıyla kaçan başrol ekibi var. İlk filme yaklaşmayı sağlayacak bütün kodlar tamamlanmasına rağmen yine de bir olmamışlık var filmde, filmin en güzel kısımlarını adadaki terk edilmiş Jurassic Park bölümlerinde geçenler oluşturuyor.



Aslında bunlar özellikle çocukluğunu Jurassic Park ile geçirmiş yaşıtlarımızı filme çekebilecek detaylar, Jurassic Park’ın giriş kapısı, ilk filmde kullanılan safari arabaları ve T-Rex. Böyle tanıdık şeyler görmek çok hoşuma gidiyor, James Bond’un ilk filmlerindeki detaylarla dolu Skyfall’u da çok sevmiştim. Jurassic World'ü sevmem için ise bu kadarı yeterli olmadı.

Film bana gereksiz uzun ve kargaşa dolu geldi. Aksiyon sağlamak için olması gereken her şeyi eklemişler, dinozor kaçtı, tüh yakalayamadık, aman tanrım çünkü çok akıllı, aramızda hain var, etik olarak doğru değil diye uzayıp giden bir koşturmaca ile sürüyor film. Ciddi bir konu karmaşası var, çok daha yalın olabilirdi. Zaten bu karmaşayı yaratan hiçbir olay da düzgün bir sonuca bağlanmıyor, “Dinozor çok akıllı.” diyorlar, film ilerledikçe “Ne salak hayvan bu ya.” dedirtiyor. “Kahrolsun etik anlayışı olmayanlar.” diyorlar, “Yani adam aslında biraz haklı da olabilir.” dedirtiyor, sonra bir bakıyorsunuz o mevzu bitmiş gitmiş bile.


İşin kötüsü konunun vasatlığını 3D ile de kapatamamışlar. Ben perdeden üzerime dinozorlar gelmesini, kafamı ısırmasından korkmayı bekliyordum. Güzel sahneler tabi ki var, ama 3D için özellikle konmuş, kendinizi o adada gibi hissedeceğiniz görüntüler pek yok. Hatta kaçma kovalamaların başladığı değil de, parkın gösterildiği ilk sahneler 3D açısından daha güzel.

453
Film ile ilgili sevdiğim bir diğer şey de bu oldu zaten; Jurassic World teması. Aktiviteleri, hediyelik eşya dükkânları, su parkı, çocuk eğlence alanları ile Jurassic Park 2015’te nasıl olurdu onu gösteriyor bize.

Ama ne 3D olması, ne Jurassic Park göndermeleri, ne de tema park başarısı; tüm bunlar haricinde film bende bundan sonraki hikâyelerin habercisi olarak yer etti. Velociraptorların eğitilmesi ve kaçan dinazoru bulmak ve yakalamak için kullanılması aslında filmin tüm konusunu oluşturmaya yetecek bir yenilik. Diğer detaylarla karıştırmaya gerek yoktu aslında, ki artık tema park, kaçan dinazor hikayesi sıktı, bu ise çok yeni ve geniş bir alan. Zaten bundan sonraki filmlerin bu yöne kayacağı konuşuluyor, gerçekten de dinazorların başka amaçlar için kullanılması ile ilgili hikayeler daha ilgi çekici olabilir. Ana eksende tema park yerine savaş, tarım ve bilimsel araştırmalarda kullanılan dinazorların olduğu hikâyeler gelmesi çok olası. Olsun da zaten.

450

Geleceğini düşünmeden sadece Jurassic World için konuşacak olursam da, beni çok da tatmin etmeyen ama izlediğime de pişman olmadığım bir film oldu. Sinemada 3D olarak T-Rex görmek hoştu, her şeye rağmen ilk filme yakın konusuyla da serinin ikinci en sevdiğim filmi oldu.



SPOILER

Tabi ki bahsetmeden edemeyeceğim :). Filmin bana özensiz gelmesinin en büyük sebebi olaylardaki kopukluklar oldu. İlki kaçan dinozorumuz Indominus. Filmin başında daha büyük, daha çok dişi olan, çok daha zeki diye reklamını yaptılar. Dişlerini pek sayamadım ama büyüklüğünün T-Rex’ten çok da bir farkı yoktu. Kafesinden kaçmış gibi yapıp herkesi kandıracak kadar zeki ama sonunda mal gibi denizden çıkan dinozora yem oldu.

Diğeri ise raptorları ordu için kullanmak isteyen adam Hoskins. Tamam sonunda amacına ulaşmış oldu Dr. Wu’nun embriyoları kaçırmasını sağladı ama adamın büyük planı gümbürtüye gitti resmen. Raptorlar eğitilebilir, kullanabiliriz derken o konu filmde çok aceleye getirilmiş ve hain kontenjanını doldurmak için harcanmış gibiydi. Tek bir ana olaya odaklansaydı filmi daha çok severdim sanırım.

SPOILER


16 Haziran 2015 Salı

The Age Of Adaline – Ölümsüz Aşk


Aşk, nostalji ve Blake Lively. Sinemada yine berbat bir Türkçe isim seçimi karşıma çıkmış olmasına rağmen bu üçü filmi izlemem için yeterliydi. Bundan daha fazla bir beklentim de yoktu, yine de düşündüğümden çok daha güzel vakit geçirdim. Filmdeki olaylar tahmin edilebilir olmasına rağmen – hiçbir şaşırtıcı durum yoktu- hiç sıkılmadım. Günümüzde geçen sahnelerinde bile kullanılan nostaljik kıyafet ve eşyalar da benim gibi geçmiş aşığı insanlar için harika bir atmosfer yaratıyor. Tüm bu özellikleri ile The Age of Adaline çok hoş bir aşk filmi. Her ne kadar ben bir iki sahnede ağlamama engel olamasam da, bir akşam sinemada ya da evde izlerken sakin ve hoşça vakit geçirebileceğiniz bir film.

453

The Age of Adaline’in geçmiş sevdalıları için hayal gibi bir konusu var; hiç yaşlanmamak. Blake Lively’nin oynadığı Adaline Bowman 29 yaşındayken bir araba kazası geçiriyor. Kazada kalbi önce durur, sonra üzerine düşen yıldırım sayesinde tekrar çalışmaya başlar ve Adaline hayata döner. Kazanın üzerinden yıllar geçtikçe hiç yaşlanmadığını fark eder. Bu durum çevresi ve FBI’ın da dikkatini çekince kaçmak zorunda kalır ve her on yılda bir kimlik değiştirmeye karar vererek yaşamını böyle sürdürür. Kızından ayrılmak ve her seferinde çalıştığı yeri, sevdiği insanları bırakmak zorunda kalarak sürdürür hayatını. Kurduğu son düzenini bırakıp yeni bir kimlikle farklı bir hayata başlamasına günler kala, yeni yıl partisinde Ellis ile tanışır ve yıllardır sürdürdüğü bu düzeni sorgulamaya başlar.


Aşk filmi kategorisine soktum ama The Age of Adaline sadece Ellis (Michiel Huisman) ile Adaline’in aşkını göstermiyor bize. Sevmemin bir nedeni de bu oldu aslında. Adaline’in yaşlanmayarak sahip olmak zorunda olduğu hayat – sürekli kimlik değiştirmesi -, sevdiklerini geride bırakmak hatta kimseyi sevememek zorunda kalması filmin önemli bir kısmını oluşturuyor. Böylece konu sadece bir aşk hikayesinden çok, bir kadının, yaşlanmayan bir kadının fedakarlıkları ile de ilerliyor.


Adaline’in yalnızlığı ve artık bu kaçak hayattan sıkılması filmde çok da göze sokmadan anlatılmış. Film ister istemez insanda “ben olsaydım” düşünceleri uyandırıyor. Ben çok mutlu olurdum, ben dayanamazdım, ben gitmezdim, ben kalmazdım derken buluyor insan kendini.

Tüm bu duygusallık dozunda ve olay örgüsünün önüne geçmiyor. Sadece Adeline’in hissettiklerini izlemiyoruz yani, filmde bir şeyler de oluyor :). Sadece bu yaşlanmama durumuna mantıklı bir açıklama getirme çabası biraz eğreti geldi bana. Adeline’in başına gelen durum filmde bilimsel olarak açıklanmaya çalışılıyor, ama biraz ucuz kalmış açıkçası. Bu kadar romantizm ve nostaljik havanın içinde garip duruyor. Çok detaylı anlatılmasa da olayın ucu Ellis’in babasının (Harrison Ford) araştırdığı kuyruklu yıldızın yarattığı etkiye dayanıyor ama bu detay şaşırtıcı veya sevimli durmamış aksine biraz zorlama olmuş bence.

Filmin aşk hikayesinden çok Adaline üzerine kurulu olması da Blake Lively’i daha önemli kılıyor. Beni hayal kırıklığına uğratmadı, oyunculuğu da beklediğimden çok daha iyiydi. Farklı bir makyaj olmadan, aynı görüntü ile hem 20’li yaşlardaki bir kadını, hem de çok daha olgun bir kadını çok güzel oynamış. Görüntüsü aynı olmasına rağmen tavrındaki değişikliklerden olayın ne zamanda geçtiğini tahmin edebiliyorsunuz. Bana zaman zaman konuşması biraz tek düze geldi sadece, birkaç sahnede Gossip Girl izliyormuşum, Serena konuşuyormuş gibi hissettim.


Ama tabi ki oyunculuklardan bahsetmeye başlayınca bahsedilmesi gereken en önemli kişi Harrison Ford olur. Ellis’in babası rolünde, harika oynuyor. Abartı değil, çok doğal. Alt üst olduğu, büyük tepki verdiği sahnelerde bile o kadar normal ve sakin görünüyor ki. Aile ile birlikte göründüğü kalabalık sahnelerde sanki diğer bütün oyuncular bir canlandırmanın içinde, o ise gerçekten olayı yaşayan gerçek tek kişi gibi görünüyor. Filme gitmeden önce Harrison Ford’un oynadığını bilmiyordum, ilk sahnesinde biraz şaşırdım ve mutlu oldum. Ama harika bir tercih olmuş, tek başına filmin tüm havasını değiştiriyor.


450

Ben filmi çok sevdim. İzlerken hiç sıkılmadım, çok güzel vakit geçirdim. Birkaç sahnede kendimi tutamayıp ağlasam da :) keyifli bir filmdi. Sinemada kaçırsanız bile evde mutlaka izleyin.

4 Haziran 2015 Perşembe

Lego Batman ve Star Wars Kitapları Wishlist

Amazon’da Lego Minifigures kitaplarına bakarken gözüm Star Wars ve Batman serilerinin kitaplarına takıldı. Zaten ıvır zıvır alışverişi konusunda başıma ne gelirse bu “Amazon’da bir şeye bakarken başka bir şey bulma” huyumdan geliyor. Aslında bu kitaplar kaynak olarak kullanmak için çok da gerekli değil, ben Batman figürlerimi almaya çalışırken oluşan kafa karışıklığımı brickipedia ile çözmüştüm. Farklı kıyafetlerde bir çok Batman figürü var ve bu sitede hangi figürün hangi set veya seriye ait olduğunu kolaylıkla görebiliyorsunuz. Bu nedenle Batman ve Star Wars için ansiklopedilere çok da ihtiyacım yok aslında, ama dedim ya huy işte yine de bakmasam olmaz. Hem kitaplığımda olmasını isteyebilirim bu kitapların, wish listimde dursunlar bakalım :).

Lego Batman: Visual Dictionary 2012 yılında çıkmış, Batman setleri, karakterler ve araçlar ile ilgili bilgiler var içinde. 2006 yılında satışa sunulan ilk Lego Batman setlerinden başlayarak 2012’ye kadar çıkanların hepsine yer verilmiş. Daha sonraki sayfalarda tek tek figürlerin, araçların –özellikle Batmobile’in- ve diğer Lego parçalarının (Batcave’deki eşyalar gibi) detaylı anlatımı yer alıyor.




Açıp açıp sürekli bakacağınız harika bir kitap değil, içerik olarak çok eğlenceli ya da bilgi dolu bir dünya sunmuyor. Liste fiyatı 22 dolar görünürken şu an Amazon’da 11.96 dolara satılıyor. Fiyatı ve kapağında hediye olarak gelen Electro Suit Batman'i göz önünde bulundurunca almaya değmeyecek bir kitap değil.

Electro Suit Batman

İlgimi çeken diğer Lego kitapları ise Star Wars ile ilgili olanlar. Aslında bunlar artık bir seri halini almış çünkü sürekli güncellenmiş. İlki 2009 yılında çıkmış, Lego Star Wars: The Visual Dictionary. Minifigure hediyesi olarak Luke Skywalker var yazıyor ama ben pek benzetemedim kendisine :).

385

Batman kitabına benzer şekilde 1999 yılında çıkan ilk setlerden itibaren tüm Lego Star Wars setleri katalog gibi gösterilmiş, ayrıca setleri ait oldukları film bölümlerine göre de ayırmışlar. Daha sonrasında ise yine Batman’deki gibi figürler ve araçların tek tek ve detaylı anlatımıyla devam ediyor kitap.


875

Batman’dan farklı olarak Star Wars için bir tane yeni genişletilmiş baskı, Dark Side için ayrı bir kitap ve bir tane de sadece figürlerin anlatıldığı karakter ansiklopedisi mevcut. Genişletilmiş baskı 2014 yılında çıkmış, adı Lego Star Wars: The Visual Dictionary Updated and Expanded olarak geçiyor. Kapağında hediye olarak yine Luke Skywalker figürü var, bu seferkinin versiyonu değişik ama. Önceki kitap gibi yine tüm Lego Star Wars setlerinin katalogu ile başlıyor, ama sonrasında içerik ilk kitaptan farklı tarzda ilerliyor. Yani ilk kitabının aynısının sonuna yeni figür ve setleri ekleyip tekrar basmamışlar, benzer bilgiler var ama ilkinden farklı bir kitap. İlk kitabı almadıysanız belki direk bu versiyonu almayı düşünebilirsiniz ama ikisine de sahip olmak aynı kitabı iki kere almış olmak demek değil.

169

Lego Star Wars: the Dark Side ise benzer konseptte sadece kötüler ile ilgili bilgiler içeriyor.


Sanırım kötülerin tam da kötü olmadığı ve belki de iyi karakterlerden daha bile çok sevildiği tek dünya Star Wars. Bu açıdan düşünüldüğünde bu kitap da oldukça ilgi çekici. Hatta açıkçası yukarıda bahsettiğim iki kitaptan daha çok hoşuma gitti. Amazon’da 11.12 dolara satılıyor ve minifigure hediyesi de Emperor Palpatine :).



Son olarak bir de Star Wars için özel olarak hazırlanmış figür ansiklopedisi var, Lego Star Wars Character Encyclopedia. Benim en sevdiğim kitap bu oldu, çok büyük bir Star Wars hayranı değilim, Star Wars setleri de genelde benim Lego için ayırdığım bütçeyi aşıyor. Bu yüzden Star Wars için genelde sadece figürleri almayı tercih ediyorum.

Bu kitap için de güncellenmiş bir baskı mevcut, ilk baskısı 2011 yılında çıkmış. Kapağındaki figür hediyesi Han Solo. Sanırım biraz da bu nedenle Amazonda sıfır fiyatları yeni versiyonuna göre daha pahalı (28 dolar), kullanılmışlarını da bulmak mümkün tabi.



Yeni baskısı ise tazecik Nisan 2015 basımı, Lego Star Wars Character Encyclopedia: Updated and Expanded. Kapağındaki figürün ne olduğunu ise anlayamadım açıkçası, “New Exclusive Minifigure” yazmışlar ama beyaz kıyafetli bir adam var, kimseye benzetemedim.



Bu kitapta da tüm Star Wars figürleri tek tek anlatılıyor. Yeni versiyonunun Amazon fiyatı ise 13.40 dolar.


Ben öncelikle Lego Minifigures kitaplarını almak istiyorum. Onları tamamladıktan sonra Star Wars için The Visual Dictionary mi Character Encyclopedia mı hangisini alacağıma karar veririm. Star Wars setlerini almadığım için sadece karakter ansiklopedisini de alabilirim, ya da yine aynı sebeple açıp en azından setlerin resimlerine bakmak için Visual Dictionary’i de alabilirim. Henüz karar veremedim :).


Lego Minifigure Kitapları Wishlist

İlk Lego minifigurelerin 1978’de yapıldığını biliyor muydunuz?


Ben küçükken -90’larda- Lego parçalarımız vardı, ağbimle Lego battaniyemizi yere serer ve bir şeyler yapardık. Ben pek yetenekli değildim bu konuda, yapmayı en sevdiğim şey çocukluk hayalim olan “Tekerlekli Ev”di. Karavan gibi küçük değil, pencereleri kapısı olan normal bir ev, yanlarına tekerlekler takar gezmesini de sağlardım :).  Ağbimin ise acayip tasarımları vardı, hatta bu yüzden parça tedarik önceliği ondaydı, ihtiyacı olan bir parçayı es kaza ben almışsam çıkarıp ona vermem gerekirdi :). Resimdeki de ilk işlerinden, kolları bacakları hareketli bir robot. Hatta ben çok korkardım bu robottan, fotoğrafta da mesafemi koruyuşum bu yüzden :).

FOTO

Anılara dalınca konudan uzaklaştım, o zamanlar Türkiye’de Lego’nun zor bulunur ve pahalı olmasından mı bilmiyorum ama aslında minifigureler piyasada varmış da bizde yokmuş. Biz klasik Lego parçalarından bir şeyler inşa eder, ağbim gerekli figürleri yine Lego parçalarından kendi oluşturur, bense Lego şehrime Barbie veya daha küçük boyutlu oyuncak bebeklerimden hane halkı yaratırdım. Aslında 1975 yılında minifigürün ilk halinin tasarlanmasının sebebi de aynı. Lego’dan evler, arabalar, taşıtlar yapabiliyorsunuz ama bunları kullanacak insanlar eksik kalıyor. Bu hikaye anlatma ihtiyacını karşılamak için Lego parçalarından yapılan büyük boyutlu aile bireyleri tasarlanmış.

385

Daha sonra 1975 yılında boyutları küçültülerek Lego setlerine daha rahat uyum sağlayacak şekilde (bildiğimiz minifigure boyutlarında) boş sarı bir kafa, kollar yerine yanlarında tümsekler bulunan bir gövde ve tek parçadan oluşan ayaklardan oluşan figürler çıkmış. Son olarak ise 1978 yılında kolları, bacakları ve iki nokta halindeki gözleri ve parantezden oluşan dudakları ile sevimli bir yüze sahip ilk minifigureler çıkmış.

312
Lego Minifigure Year by Year: a Visual History kitabının Amazon.com’daki sayfalarına bakana kadar bunları ben de bilmiyordum :). Harika bir kitap hatta kitap biraz hafif kaçacak tam bir ansiklopedi. Rengârenk beyaz sayfaları iç açıyor, içinde ise minifigurelerin yıllara göre tüm versiyonları mevcut. 1970 yılı ile başlıyor macera ve 2013’e kadar sürüyor. Figürlerin resimleri yanında ise hangi Lego setlerinde oldukları ve ilk uzun saçlı veya ilk şapkalı minifigure gibi herhangi bir ilke ait olup olmadıkları bilgisi veriliyor.


Ben kitabı ilk D&R’da görmüştüm, jelatinliydi bu nedenle içini karıştıramamıştım ve bu yüzden tüm minifigurelerin resimlerinin olduğu bir kitap sanmıştım. D&R’daki fiyatı pahalı olduğu ve bu bilgiler internette de olduğu için almayı düşünmemiştim. Siz de benim gibi düşünüyorsanız bir de amazon.com’a bakmanızı öneriyorum. Look Inside kısmında ansiklopedinin bazı sayfalarını görebiliyorsunuz, incelediğimde benim fikrim hemen değişti. Ayrıca fiyatı da Türkiye fiyatına göre biraz daha uygun – 19.22$-, sepete eklediğimde İstanbul’a 7$ shipping ücreti ekledi. 75 TL civarına geliyor, yine çok ucuz değil tabi ki ama bence değer. Amazon ile uğraşmak istemiyorum derseniz D&R’ın internet sitesinde 93,48 TL idi ve altı taksit ile ödeyebiliyordunuz ancak şu an satışta değil. idefix.com’da da stok tükenmiş görünüyor.



Gözüme çarpan diğer kitap ise Lego Minifigures: Character Encyclopedia. Gerçi Lego Minifigure: Year by Year’ı alınca bu kitaba gerek kalmayacağını düşünebilirsiniz, ama Character Encyclopedia sadece kapağında çıkan Toy Soldier figürü için bile alınabilir.


Bu kitapta Minifigures serilerinin bilgileri yer alıyor, ilk on serideki tüm figürlere (toplam 160 figür) tek tek birer sayfa yer verilmiş. Year by Year’da ise Lego setlerinde olan tüm figürler kronolojik sıraya göre anlatılmıştı, yani içerik olarak aslında oldukça farklılar. Yine de Character Encyclopedia almak yerine interneti kullanmayı düşünebilirsiniz, Minifigures serilerine ait bilgilere internetten, özellikle Lego’nun sitesinden ulaşmak çok kolay. Kitabı alıp almamak tamamen koleksiyonerlik  anlayışınıza ve kitap sevginize kalmış bir şey :).
Character Encyclopedia amazon.com’da 15.19$, D&R’da da hala satışı var ve 49TL.


Lego Minifigure: Year by Year ansiklopedisini almaya kesin karar verdim. Uzun zamandır istiyordum aslında ama bekletiyordum, D&R’da bittiğini görünce korktum ve Amazon’dan zaman kaybetmeden almaya karar verdim. Character Encylopedia için ise biraz daha bekleyebilirim :).


875, 169


3 Haziran 2015 Çarşamba

3 Haziran - Nâzım Hikmet Ran

167

"Ne güzel şey hatırlamak seni: ölüm ve zafer haberleri içinden..."

🌳

1951'de Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığından çıkarılan Nâzım Hikmet Ran 3 Haziran 1963'te Moskova'da öldü.

🌳

"Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
efendisiz ve kölesiz
bir kardeş bahçesi olacaktır bu güzelim memleket..."

🌳

Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran
puntolarla,
Bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamsonun
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.


Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
Vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
Vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
Vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
Vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
Vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
Vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
Ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.