My Brodmann Area 10Dış dünya ile başa çıkmak istiyorsan, insanların yüzünü görmesine izin vermeyeceksin. Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız.
izlediklerim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
izlediklerim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Haziran 2015 Salı

The Age Of Adaline – Ölümsüz Aşk


Aşk, nostalji ve Blake Lively. Sinemada yine berbat bir Türkçe isim seçimi karşıma çıkmış olmasına rağmen bu üçü filmi izlemem için yeterliydi. Bundan daha fazla bir beklentim de yoktu, yine de düşündüğümden çok daha güzel vakit geçirdim. Filmdeki olaylar tahmin edilebilir olmasına rağmen – hiçbir şaşırtıcı durum yoktu- hiç sıkılmadım. Günümüzde geçen sahnelerinde bile kullanılan nostaljik kıyafet ve eşyalar da benim gibi geçmiş aşığı insanlar için harika bir atmosfer yaratıyor. Tüm bu özellikleri ile The Age of Adaline çok hoş bir aşk filmi. Her ne kadar ben bir iki sahnede ağlamama engel olamasam da, bir akşam sinemada ya da evde izlerken sakin ve hoşça vakit geçirebileceğiniz bir film.

453

The Age of Adaline’in geçmiş sevdalıları için hayal gibi bir konusu var; hiç yaşlanmamak. Blake Lively’nin oynadığı Adaline Bowman 29 yaşındayken bir araba kazası geçiriyor. Kazada kalbi önce durur, sonra üzerine düşen yıldırım sayesinde tekrar çalışmaya başlar ve Adaline hayata döner. Kazanın üzerinden yıllar geçtikçe hiç yaşlanmadığını fark eder. Bu durum çevresi ve FBI’ın da dikkatini çekince kaçmak zorunda kalır ve her on yılda bir kimlik değiştirmeye karar vererek yaşamını böyle sürdürür. Kızından ayrılmak ve her seferinde çalıştığı yeri, sevdiği insanları bırakmak zorunda kalarak sürdürür hayatını. Kurduğu son düzenini bırakıp yeni bir kimlikle farklı bir hayata başlamasına günler kala, yeni yıl partisinde Ellis ile tanışır ve yıllardır sürdürdüğü bu düzeni sorgulamaya başlar.


Aşk filmi kategorisine soktum ama The Age of Adaline sadece Ellis (Michiel Huisman) ile Adaline’in aşkını göstermiyor bize. Sevmemin bir nedeni de bu oldu aslında. Adaline’in yaşlanmayarak sahip olmak zorunda olduğu hayat – sürekli kimlik değiştirmesi -, sevdiklerini geride bırakmak hatta kimseyi sevememek zorunda kalması filmin önemli bir kısmını oluşturuyor. Böylece konu sadece bir aşk hikayesinden çok, bir kadının, yaşlanmayan bir kadının fedakarlıkları ile de ilerliyor.


Adaline’in yalnızlığı ve artık bu kaçak hayattan sıkılması filmde çok da göze sokmadan anlatılmış. Film ister istemez insanda “ben olsaydım” düşünceleri uyandırıyor. Ben çok mutlu olurdum, ben dayanamazdım, ben gitmezdim, ben kalmazdım derken buluyor insan kendini.

Tüm bu duygusallık dozunda ve olay örgüsünün önüne geçmiyor. Sadece Adeline’in hissettiklerini izlemiyoruz yani, filmde bir şeyler de oluyor :). Sadece bu yaşlanmama durumuna mantıklı bir açıklama getirme çabası biraz eğreti geldi bana. Adeline’in başına gelen durum filmde bilimsel olarak açıklanmaya çalışılıyor, ama biraz ucuz kalmış açıkçası. Bu kadar romantizm ve nostaljik havanın içinde garip duruyor. Çok detaylı anlatılmasa da olayın ucu Ellis’in babasının (Harrison Ford) araştırdığı kuyruklu yıldızın yarattığı etkiye dayanıyor ama bu detay şaşırtıcı veya sevimli durmamış aksine biraz zorlama olmuş bence.

Filmin aşk hikayesinden çok Adaline üzerine kurulu olması da Blake Lively’i daha önemli kılıyor. Beni hayal kırıklığına uğratmadı, oyunculuğu da beklediğimden çok daha iyiydi. Farklı bir makyaj olmadan, aynı görüntü ile hem 20’li yaşlardaki bir kadını, hem de çok daha olgun bir kadını çok güzel oynamış. Görüntüsü aynı olmasına rağmen tavrındaki değişikliklerden olayın ne zamanda geçtiğini tahmin edebiliyorsunuz. Bana zaman zaman konuşması biraz tek düze geldi sadece, birkaç sahnede Gossip Girl izliyormuşum, Serena konuşuyormuş gibi hissettim.


Ama tabi ki oyunculuklardan bahsetmeye başlayınca bahsedilmesi gereken en önemli kişi Harrison Ford olur. Ellis’in babası rolünde, harika oynuyor. Abartı değil, çok doğal. Alt üst olduğu, büyük tepki verdiği sahnelerde bile o kadar normal ve sakin görünüyor ki. Aile ile birlikte göründüğü kalabalık sahnelerde sanki diğer bütün oyuncular bir canlandırmanın içinde, o ise gerçekten olayı yaşayan gerçek tek kişi gibi görünüyor. Filme gitmeden önce Harrison Ford’un oynadığını bilmiyordum, ilk sahnesinde biraz şaşırdım ve mutlu oldum. Ama harika bir tercih olmuş, tek başına filmin tüm havasını değiştiriyor.


450

Ben filmi çok sevdim. İzlerken hiç sıkılmadım, çok güzel vakit geçirdim. Birkaç sahnede kendimi tutamayıp ağlasam da :) keyifli bir filmdi. Sinemada kaçırsanız bile evde mutlaka izleyin.

27 Nisan 2015 Pazartesi

Gone Girl

453

Gone Girl’ün adını 2014’te çok duymuştum, ama David Fincher filmi olduğunu unutup atlamış olduğum için bir türlü izlememiştim. David Fincher’ı hatırlasaydım hiç beklemez, hemen izlerdim ☺.

Ben daha filmi izleyememişken Oscar adayları açıklandı, Gone Girl’ün pek bir adaylığı olmayınca (sadece En İyi Kadın Oyuncu dalında adaydı.) önceliği diğer adaylıklara verdim ve Gone Girl yine kaldı. Ta ki geçtiğimiz cumartesi gününe kadar.

Filmin başında David Fincher’ın adını görünce heyecanlandım, sonuçta da bu heyecanım boşa gitmedi. Mutlaka izleyin çok güzel bir filmdi. Gillian Flynn’in aynı adlı kitabından uyarlanmış. Kitabı okumadım ama merak da etmedim açıkçası, film bana yeterli geldi. Fight Club gibi hem filmi izleyip hem kitabı okumaya değecek bir hikaye değil bence.

Film Ben Affleck’in oynadığı Nick Dunne karakterinin eşi Amy’nin (Rosamund Pike) kaybolmasıyla başlıyor. Kayıp mı, kaçırıldı mı, öldürüldü mü, kocası mı bir şey yaptı diye düşünürken film ilgiyi ve heyecanı hep dorukta tutuyor. 

Rosamund Pike’ın oyunculuğu da muhteşem. Sessiz ama derinden ilerleyen eş rolünü harika oynuyor. Ne desem spoiler olacak, siz filmi mutlaka izleyin ☺

SPOILER

Tabi ki dayanamadım, yazacağım ☺ Olayın sürekli dönmesini çok sevdim. Başından beri Nick Dunne’ın bir şey yaptığını düşünmüyordum ama Amy’nin bu derece psikopat olabileceğini de hayal edemezdim tabi, başka bir ters köşe olacak sanmıştım. 

David Fincher olunca da alışmışım, Amy eve döndükten sonra sonunda çok farklı bir şey olacak diye bekledim, ama son 10 dakikası çok normaldi. Gerçi böyle de ezberim bozulmuş oldu, sonuçta yine beklemediğim bir son oldu, böyle normal bitmesini beklemiyordum ☺. Bir de çözüme kavuşan filmlere öyle alışmışım ki, Gone Girl’ün yüksek gerilimle sonlanmasını kaldıramadım, “Ay böyle nasıl yaşanır?” diye düşünürken buldum kendimi ☺.
SPOILER

Limonata

450
İstanbul  Film Festivali’nde Limonata’ya bilet bulamadığım için üzülmüştüm, neyse ki burukluğum çok uzun sürmedi ve film vizyona girdi.

Ali Atay ve Ertan Saban’ın senaryosunu yazdığı film Ali Atay’ın ilk yönetmenlik denemesi. Başrollerde Ertan Saban ve Serkan Keskin var. Ali Atay ve Serkan Keskin için Leyla ile Mecnun dememe gerek yok sanırım, Ertan Saban’ı ise tanımıyorsanız bile Elveda Rumeli dizisinde mutlaka görmüşsünüzdür. Ayrıca şu anda ATV’deki Mutlu Ol Yeter’de Ertan Saban ve Ali Atay başrollerdeler. Böyle birçok kombinasyonla farklı projelerde bir arada olan bir ekibin işi yani Limonata.

Filmin konusu çok basit: yol hikayesi. Ölüm döşeğindeki baba İstanbul’da hiç görmediği bir çocuğu olduğunu itiraf eder ve Sakip’i (Ertan Saban) kardeşi Selim’i bulup getirmesi için Makedonya’dan İstanbul’a gönderir. İki kardeşin Makedonya’ya ve kardeş olmaya yolculuğunu anlatıyor film ama bu kadar vasat ve klişe değil. Güzelliği de buradan geliyor, çok gerçek çok doğal bir hikaye.

453

Serkan Keskin harika oynuyor, filmi izlerken karşınızda bir oyuncu değil de Suriçinde yaşayan Selim’i buluyorsunuz. İsmail Ağbi gibi kafamıza kazınmış net bir karakterden sonra durumu da ancak yine Serkan Keskin kurtarabilirmiş, film süresince aklıma Leyle ile Mecnun ile ilgili tek bir şey bile gelmedi. Konunun ve filmin genel havasının bunda etkisinin büyük olduğunu düşünebilirsiniz, bu kadar gerçekçi bir hikayeye tanık olurken Leyla ile Mecnun gibi masalsı bir diziden sahnelerin akla gelmesi zor gibi görünebilir ama değil işte. Tam da bu yüzden Leyla ile Mecnun her yerdeydi, o kadar absürd ve o kadar samimiydi ki her durumda akla düşebiliyordu. Limonata'da değil ama.

Limonata biraz duygusal ve çok eğlenceli bir film. Senaryo harika, oyunculuklar harika. Her şey çok samimi, çok gerçek. Bu kadar genel geçer bir hikayenin güzel bir film olmasının en büyük sebebi bence bu, bu bizim filmimiz. Bütün o yol hikayeleri, yolda giderken karakterlerin kendilerini bulma klişeleri bize her zaman biraz uzaktı çünkü. Avrupa’nın veya Amerika’nın geniş yolları, durulan çiftlikler, sadece filmlerde gördüğümüz insanlar. Limonata öyle değil, hiçbir diyalogda film izliyor hissine kapılmıyorsunuz, mahalleden ağbiler muhabbet ediyor çünkü. Ama bu mahalle ağbileri de eğreti durmuyor, bizden bir şeyler olsun diye yola çıkıp öğrenci filmi senaryosuna dönmemiş iş.

Yönetmenlik konusunda ise filmin geneli kadar heyecanlanmış değilim. Kendisinin de oyuncu olması, Serkan Keskin ve Ertan Saban ile çok iyi arkadaş olmaları ya da Ali Atay’ın çok iyi bir ‘oyuncu’ yönetmeni olması, sebebi her ne ise fark etmez, evet harika oyunculuklarda Ali Atay’ın parmağı mutlaka var ama benim derdim biraz daha görüntüler ile ilgiliydi. Simetri, perspektif neyse artık bilmiyorum, karşımdaki görüntünün açısı, kişilerin eşyaların yerleri ile ilgili ciddi takıntılarım var ve bu filmde beni bu açıdan rahatsız eden çok sahne vardı.

Bu rahatsızlık hiçbir şey değil ama, film uzun zamandır hiç izlemediğim kadar güzel bir film. TV’de oynar, internetten izlerim diye beklemeyin, sinemaya gidin ☺.

Son olarak Ali Atay filmi babasına, Ertan Saban ise İnci’ye ithaf etmiş. İnci, Ertan Saban’ın 2009 yılında 25 yaşında kanserden kaybettiği eşi.


Mads Mikkelsen - The Hunt & After the Wedding



Aslında popülerliğini Casino Royale’daki Le Chiffre ile kazanmış ama benim Mads Mikkelsen’ı fark etmem Hannibal ile oldu.

Bu gözler Anthony Hopkins ile büyümüşken açıkçası televizyon versiyonundan fazla beklentim yoktu. Diziyi izlemeye başlayınca Will Graham’a olan alakam 1-2 bölüm içinde Hannibal ve Mads Mikkelsen’a kaydı. Anthony Hopkins ile tabi ki karşılaştırılamaz ama Hannibal’ın gençliği için de Anthony Hopkins’in uygun olması mümkün değil. Mads Mikkelsen bence kusursuz. Şık, zarif, centilmen, beyefendi halleri ile donuk ve psikopat bakışları arasındaki denge mükemmel. Özellikle yemek yaptığı, yemek yediği ve ofisinde birileriyle konuştuğu sahneler en sevdiklerim.

453

Hannibal ve Red Dragon ile zayıflayan ilgim Hannibal dizisi ile artarken unutulmazfilmler.com’un Yeni Eklenenler kısmında The Hunt’a rastladım. Yüksek IMDB puanı ile Mads Mikkelsen’ı görünce The Hunt ile birlikte After The Wedding’i de indirdim.

Önce The Hunt’ı izledim. Gerilimli bir film. Korku filmi değil ama olay ve filmin havası insanı geriyor. Mads Mikkelsen’ın oynadığı Lucas, Danimarka’da küçük bir kasabada anaokulunda çalışıyor. Boşanmış, ergenlik döneminde bir oğlu var. Kasaba küçük ve sakinleri kapalı bir toplum olarak yaşıyorlar. Anaokulundan küçük bir kız Lucas’a aşık, bir gün ilgi göremeyip tepesi atıyor ve ağbisinin ona gösterdiği bir pornodan hatırladığı kadarıyla anaokulu müdürüne bir şeyler anlatıyor. Olay büyüyor ve Lucas tüm kasaba tarafından cinsel istismar ile suçlanır oluyor. Filmin gerilimi de buradan kaynaklanıyor. Lucas’ın nasıl bir insan olduğunu çözemiyoruz, gerçekten böyle bir şey yapıp yapmadığı kesin değil.



Bu gerilim ilgiyi çok canlı tutuyor ancak bundan çok Danimarkalıları ve küçük kapalı bir toplumdaki insan davranışlarını izlemek açısından kayda değer bir film. Filmde insanların çocukları söz konusu olunca neler düşünüp neler yapabildiğini, birbirlerini nasıl etkilediğini ve tepkilerini çok net görebiliyoruz.

Bu iki yönüyle; hem başı, sonu ve olay örgüsü ile sıkılmadan izleyebildiğim film gibi bir film olması, hem de evrensel bir olay (çocuk istismarı) üzerinden insanların toplumsal tepkisini göstermesi nedeniyle aklımda kalan bir film oldu.

Mads Mikkelsen The Hunt’taki rolü ile 2012 Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu ödülünü almış. Fim ayrıca Golden Globe ve Oscar’larda En İyi Yabancı Film Ödülü’ne adaymış, ancak kazanamamış. After the Wedding ise Akademi Ödüllerinde En İyi Yabancı Film Adayı olmuş, ancak ödül (yerinde bir kararla) Lives of Others’ın olmuş.

The Hunt 2012 filmi. Bu sefer nedense kronolojik sıra gibi bir takıntım olmadı ve 2006 yapımı After the Wedding’i geçen Pazar izledim.

450

After the Wedding’te ise Mads Mikkelsen, Hindistan’da bir yetimhanede görevli Jacob rolünde. Finansal sıkıntılar nedeniyle yetimhane kapanmak üzereyken Danimarka’da zengin bir işadamından bağış teklifi geliyor, ancak adamın şartı Jacob’ın bizzat Danimarka’ya gelmesi. Jacob Danimarka’ya gidip iş adamı Jörgen ile buluşuyor, Jörgen işi biraz yavaşlatarak Jacob’ı kızının düğününe davet ediyor ve düğünden sonra bağış konusunu konuşacaklarını söylüyor. Jacob düğüne gittiğinde ise eski sevgilisini Jörgen’in karısı olarak görüyor ve ayrılıklarının üzerinden senelerdir saklananlar açığa çıkmaya başlıyor. Buraya kadar çok fazla Yalan Rüzgar’ını andırsa da bu kısım filmin sadece ilk on dakikası ☺. Aşk, ihanet, sırlarla dolu pembe dizi tadında bir film değil, The Hunt’takine benzer bir gerilim bu filmde de var, film süresince bir şeyler yakalayıp Acaba? diye düşünüyorsunuz ama hiçbir soru işareti yanıtsız kalmıyor. Filmin yaşattığı bir gerilim ve merak duygusu var ama sonucunda tüm sorular yanıtlanıyor ve hiçbir şey ucu açık kalmıyor.

After the Wedding konu itibariyle ilgimi The Hunt’tan daha fazla çekti. Daha hareketli ve daha çabuk ilerleyen bir film. Ancak The Hunt’ın özelliği de bu zaten net olmaması. Ama The Hunt’taki oyunculuk performansları After the Wedding’e göre açık ara çok daha iyi. İkisi de birbirinden farklı ve izlenmesi gereken filmler bence.

20 Nisan 2015 Pazartesi

A Few Cubic Meters Of Love - Küçük Bir Aşk Hikayesi

450
İran’da yaşayan Afganistan doğumlu Cemşit Mahmudi’nin senaryosunu yazıp yönettiği film, Tahran dışında eskici görünümlü bir atölyede geçiyor. Kaçak Afgan mülteciler burada hem çalışıp hem de atölyenin yanındaki tenekeden yapılma gecekondularda aileleriyle birlikte yaşıyor. İranlı çalışanlara göre çok çok düşük maaş alan mülteciler, ara sıra gerçekleşen polis baskınlarında her şeylerini toplayıp kaçarak dizlerine kadar suya girdikleri bir atık borusunun içine saklanıyorlar. Arka planını savaş yüzünden ülkesinden kaçmış Afgan mültecilerin oluşturduğu filmde İranlı Saber’in Afgan Maruna ile olan masum aşkını izliyoruz.

İranlı Saber kimsesiz ve Afganlar gibi o da atölyede yaşıyor. İranlı çalışanların Afganları sevmemesine, Afganların da kendi kapalı toplumlarında yaşamasına rağmen, Afgan işçiler Saber’i kabullenmiş. Ancak yine de Marona aşklarını babasının öğrenmesinden çok korkuyor. Saber ile Marona atölyenin yan tarafındaki alanda duran boş konteynırların içinde gizlice buluşuyorlar. Marona Saber’e yemek getiriyor, sohbet edip hayaller kuruyorlar. El ele bile tutuşmuyorlar, öyle ki Saber Marona’nın avucunun içine çiçek çizerken eline hiç dokunmadan kalemi yukarıdan tutuyor.
Kaçak oldukları için az maaş almaları ve derme çatma evlerde yaşamak zorunda olmalarına rağmen Afganların onurlu bir hayat için çabalamaları da filmin öne çıkan diğer tarafı. 

453

“Afganistan’daki uzun süreli yıkıcı Sovyet işgali birçok Afganı sürgüne zorladı. Kaçanların çoğu İran veya Pakistan’a sığındı. Bu mülteciler toplumsal konumları da dahil sahip oldukları birçok şeyi kaybetseler de, onurlarını hiç kaybetmediler. Ailemle ben de bir süre önce İran’da mülteciydik; çocukluğumuz ve ilk gençliğimiz orada geçti. Kardeşim Nevit’le birlikte âşık olduğumuz sinema, bize umut ışığı ve kaçış yolu oldu. Küçük Bir Aşk Hikâyesi de bizim ilk uzun metrajlı filmimiz.” 
Cemşit Mahmudi

SPOILER

Polisten saklanmak için bir deliğin içine girmeleri bile sadece sorun çıkarmamak için katlandıkları bir şey. Yakalandıklarında hiç karşı koymadan hemen bir iki gün içinde ülkeyi terk edeceklerini söylüyorlar ve hemen bunun için gerekli işlemleri yapmaya koyuluyorlar. Marona’nın babasının filmin sonundaki tavrının sebebi de aynı, atölyenin sahibi Sabahi’nin kızını istemek için onu ayağına çağırmasını saygısızlık olarak görüyor ve kızının ikinci sınıf görüleceği İran’da değil, her şeye rağmen Afganistan’da evlenmesini istiyor.

Filmin sonu ise benim için en ve hatta tek kötü yanı. Klostrofobik bir insan olarak böyle bir durum benim için en korkunç korku filmine yakışır. 

SPOILER

izlediklerim