450 |
Words With Gods’ta yer alan yönetmenler ve konuları sırası ile şu şekilde:
- True Gods, Warwick Thornton, Avustralya – Aborjin Spiritüalizmi
- The Man Who Stole A Duck, Hector Babenca, Brezilya – Umbanda
- God Room, Mira Nair, Hindistan – Hinduizm
- Sufferings, Hideo Nakata, Japonya - Shinto Budizm
- Book of Amos, Amos Gitai, İsrail – Yahudilik
- The Confession, Alex De La Iglesia, İspanya – Katolik Hristiyanlık
- Our Life, Emir Kusturica, Sırbistan – Ortodoks Hristiyanlık
- Sometimes Look Up, Bahman Ghobadi, İran&Kürdistan – İslam
- God’s Blood, Guillermo Arriaga , Meksika - Ateizm
Küratör Mario Vargas Llosa dokuz filmi sıralarken kronolojik bir sıra izlediklerini belirtiyor. Ancak Aborjinlerin dininden ateizme kadar her filmde hayatın başka bir formunun, ölümden sonraki sürekliliğin arzusu var.
Yönetmenler ve konulara karar verirken de yönetmenlerin o dine mensup veya o bölgede ve o dinin gerekliliklerine göre yetiştirilmiş olmaları gözetilmiş.
Örneğin birinci bölümde Warwick Thornton filmdeki en eski inanç olan Aborjinlerin spiritüalizm inancını konu ediniyor. Yönetmen Avustralya doğumlu ve bir manastır şehir olan New Norcia’da eğitimini tamamlamış. Annesi de Central Australian Aboriginal Media Association’ın kurucusu. Zaten konusuna karar verirken de annesi, büyük annesi ve kız kardeşlerini düşünmüş ve her gün mucizeler yaratan yaratıcılarla –kadınlarla- çevrili olduğunu fark etmiş. Filmin konusunu da kadın ve doğum oluşturuyor.
SPOILER
Birinci film çok ilgimi çekmedi. Filme ısınma sürecimi oluşturdu. Çok sakindi. Doğumdu işte. Sadece kadının göz bebeğine sineğin konduğu sahneyi beğendim, gözlerindeki yansıma çok canlıydı.
İkinci film olan The Man Who Stole A Duck benim en çok beğendiğim bölümlerden biri oldu. OYUNCU filmin başındaki tehditkar duruşunu, sonrasındaki deli hallerini ve en sonunda aklının başına gelmesini sadece yüz ifadesiyle harika yansıtmış. Dini törende kriz geçirdikten sonra gözyaşları ile arınıp kendine gelmesi bir parça bizdeki “ağla rahatlarsın” durumlarına benziyordu. Cin çıkarma töreni gibi bir olayı “Tanrı’nın İşi” olarak değil de psikolojik bir durum olarak göstermesi hoşuma gitti. Sabah yine aynı şekilde uyanıp ama bu sefer bebeğin odasına gitmesi perdeyi açması ile içerisinin aydınlanması çok güzel bir finaldi.
Üçüncü film God Room’un yönetmeni Mira Nair ise Hintli bir ailede büyümüş ve Müslüman bir aileye gelin gitmiş. Filminde Hinduizme inanlar ve Müslümanlar arasındaki durumla ilgili de ufak replikler var (Şoförlerinin Müslüman olması ve arabada giderken dua etmeleri, ablanın o tarafta Müslüman mahalleleri olduğu için Tanrı Odası’nı evin arka tarafında istememesi). Sadece din değil, sınıf ayrımı ve aile ilişkilerine de değiniyor film. Başında birlikte yaşayacak olan birbirine bağlı büyük bir aile olarak gördüğümüz insanlar 5-6 dakika içerisinde birbirlerine düşüyorlar, hem de oda paylaşımı nedeniyle. Tartışmanın ana ekseni Tanrı Odası’nın yeri olsa da, evin küçük çocuğu dışında herkesin unuttuğu bir şey var o da Tanrı’nın her yerde olduğu gerçeği. Sadece o her yerde Tanrı’yı görüyor ve sonunda da peşinden gidiyor.
Dördüncü film Suffering yine en sevdiğim bölümlerden biri. Deprem sonrası tsunami yüzünden ailesini kaybetmiş bir adamın çektiği acıları ve bir rahip sayesinde bu acısı ile baş etmenin yolunu bulmasını anlatıyor. Film tahmin edilebileceği üzere gerçek olaydan esinlenilmiş. Japonların inancı ile ilgili fazla bir bilgim yok, ama bölümün başında ve daha sonra rahibin bahsettiği dört acı felsefesi ilgimi oldukça çekti. Aslında kaybettiklerimizin acısı ile sınanıyor olmamızın yeri birçok inanışta var, bir nevi inanan insanların dayanağı bu. Buradaki felsefe de çok ilgimi çekti, daha fazla araştıracağım.
Ayrıca bu bölümü izlemeden önce yönetmenin Hideo Nakata olduğunu bilmiyordum, sonrasında öğrendiğimde çok şaşırdım, önceki filmleri Ringu’lar ve Dark Waters olan bir yönetmenin bu kısa filmi çekmesini hiç beklemiyordum.
Beşinci film olan Book of Amos’u ise pek anlamadım. Amos’un kitabından pasajlar okunuyor ve İsrail iç savaşına göndermelerde bulunuluyordu ama net olarak anlayamadım, zaten filmi izlerken de çok koptum, pek ilgimi çekmedi açıkçası. Bana göre pasajlar klasik “buralar hep bizim, biz süperiz, harikayız ama biraz kibire de bulandınız, her şey düzelecek, topraklarımıza sahip olacağız, çok mutlu olacağız” cümleleri ile doluydu.
453 |
Altıncı film The Confession ise favorim. Tarantino filmlerinin sakin kısımlarına benziyor. Bir kiralık katil ile bir kaçakçının ölüm öncesi itirafları ile arınmalarını izliyoruz. Yönetmen Alex De La Iglesia da filmi en kötü adam bile tövbe ettiğinde Tanrı’ya yakınlaşır ve en erdemli insan o olur diyerek açıklıyor.
Emir Kusturica’nın bölümünden ise hiçbir şey anlamadım. Adamın taşları toplayıp tepeden atması bir rahatlama, arınma olabilir ama yine de çok saçma. Zaten Bosna’da Müslümanların çektiği tüm acıların üzerine “ailem Türklerin zulmü yüzünden Müslüman olmuştu, ben Sırp’ım ve Ortodoksum” diyen birinin de kafası karışıktır bence, daha net bir şey beklemiyordum ondan. Bölümünün açıklamasında da karakterini “kendi iyiliği ve akıl sağlığı için kendinden ödün veren kendini feda eden bir adam” olarak tanımlıyor. Kim neyi feda etmiş hiç anlamadım.
Bahman Ghobadi’nin Sometimes Look Up filmi benim burun kıvırmam ile başladı. Her kısa filmin başında bölümün adını, inancı ve ülkeyi belirten animasyonda İran-Kürdistan yazıyordu. Olay Mardin’de geçiyor olunca da o kısma biraz gıcık oldum açıkçası. Onun haricinde en güzel bölümlerden biriydi, esprili, ne anlatmak istediğini iyi bilen, doğrudan bir hikayeydi. Her ne kadar Deli Emin’i bilen biri olarak Yılmaz Erdoğan’ın performansını kendisi için vasat bulsam da, onu ve Menderes Samancılar’ı görmek de çok güzeldi.
Bölümün ana fikri tam zamanında geldi. Tam “Böyle namaz kılmasına gerek yok ki, oturarak veya ayakta da kılabilir, kardeşini rahatsız etmesine gerek yok.” diye düşünürken, Yılmaz Erdoğan’ın repliği geldi. Başını yere dayayacağına bazen de yukarı baksan, aslında Allah her yerde.
Diğer bölümler bende daha çok araştırma isteği uyandırmıştı, şuna da bakayım bunu da okuyayım diye düşündüm. İçlerinde en iyi bildiğim din İslam olduğu için, bu bölüm ise benim için çok netti. Dinin insanlar tarafından nasıl şekillendirildiği, kalıplara sokulduğunu düşündürüyor. Kendisini inançlı görenler, korkudan ve bitmeyen bir onaylanma isteğiyle inançlarının özünü ıskalıyor. “Şöyle günaha girer miyim?”, “Böyle yapsam olur mu?” diye bir sürü detaya kapılıp, Allah’ın aslında her yerde olduğu, iyi insan olmanın önemi gibi çok temel noktaları atlıyorlar. Bahman Ghobadi’nin kendi kısmı ile ilgili sözleri de filmini tekrarlamıyor ancak aynı doğrultuda insanı düşündürüyor:
"I live in an area in which each day I witness and hear of fratricide, due to differing religious ideologies. After years of staying in this region, I realized the acts carried out are not spiritual and heavenly, but the issue is religion manipulated by man. The religions are manipulated by man, to use against another man; all the while along we humans have forgotten the real story and the beauty of truth. Whether I believe in God or not, I believe in this."
Son bölüm ise Words With Gods’ın konsept sahibi Guillermo Arriaga’nın ateizm ile ilgili God’s Blood filmi. Bu filmi tam konumlandıramadım açıkçası. Bence ateizmi inkar eden ya da ne olduğuna tam karar verememiş bir hikaye, aslında Tanrı vardı ama bugün öldü diyor. Ama Tanrı’nın ölmesi ateizmin başlangıcı değil, yani Tanrı öldü ve bugün ateizm başladı gibi bir olgu da çok saçma. Atezimde Tanrı başında ya da sonunda hiçbir zaman yok, olmayan bir şey ölemez.
Sonuç olarak doğum ile başlayan Tanrı ile konuşmalar, ölüm ile bitti. En eski Tanrı inanışından, Tanrı’nın öldüğü kısma geldik. Ben tüm kısımların bir araya gelmesi ile oluşan Words With Gods’ı sevdim. Hem izlerken hiç sıkılmadım, hem de beni birçok konuda düşünmeye ve araştırmaya sevk etti. En çok da dinler üzerine değil de, insan ve inanç üzerine bir şeyler söylemesini sevdim. Festivalde yakalayamamış olsanız bile sonrasında mutlaka izleyin.
izlediklerim
0 yorum:
Yorum Gönder