My Brodmann Area 10Dış dünya ile başa çıkmak istiyorsan, insanların yüzünü görmesine izin vermeyeceksin. Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız.

31 Mart 2016 Perşembe

Gökkuşağı Ataçlar / DIY ve AliExpress Alışverişi


Planner hesaplarında rengârenk ve şekilli ataçları görmüşsünüzdür. Ben de uzun süredir yabancı bir sitedeki ataçlara göz koymuştum. Gökkuşaklı, ponponlu çok tatlı ataç setleri satıyorlardı ama pahalılığı ve kargo ücreti nedeniyle elim almaya bir türlü gitmemişti. Ara ara siteye bakıyordum ki birkaç hafta sonra aklıma o malum soru dank etti: “Bunlardan AliExpress’te yok mudur ya?”


Tabi ki vardı :). Ataç olarak değil ama minik figürler AliExpress’te dolu. Sadece arkası düz olanlardan almaya dikkat etmek gerekiyor, kolayca silikonlayabilmek için. Bu yüzden “Flat back rainbow resin” yazarak arattım ve ürün fotoğrafları güzel görünen bir satıcıdan sipariş verdim.


Memnun kaldım gerçekten, açıkçası bundan daha kötü görünür diye bekliyordum. Ama sipariş verdiğim ürünler gerçekten düzgün görünüyor, boyaları akmış ya da şekilleri bozuk değil. Satıcının ve aldığım ürünlerin linklerini ekliyorum, dükkânda çok farklı çeşitler de var, onlara da bakabilirsiniz.

(Satıcının sayfası için http://s.click.aliexpress.com/e/Nbu3RVzZn)
Küçük bulutlara şuradan,
büyük bulutlara şuradan,
gökkuşaklarına şuradan bakabilirsiniz.


Hem illa ataç yapacaksınız diye bir kural da yok, başka yerlerde  de kullanabilirsiniz. Ben mesela bulutlardan birini cep telefonu kılıfıma silikonladım :). Zaten genelde onlu paketler halinde satıldığı için elinizde fazladan figürler kalmış olacak, eminim ki farklı yerlere yapıştırıp çok orijinal fikirler üretirsiniz, yaparsanız bana da haber verin :). Ben de fazla figürlerim bitene kadar elinde silikon tabancası ile gezen bir tipe dönüşmüş olacağım sanırım :).

563

Ben silikon tabancası ile yapıştırdım ama Japon yapıştırıcısı ya da sağlam herhangi bir yapıştırıcı da iş görecektir.

Altın rengi ataçlarla çok güzel duruyor, onları da AliExpress’ten aldım.

976


Ataçların sevimlilikleri bir yana ajanda doldururken oldukça işe de yarıyorlar. Özellikle yumuşak stickerlardan kullanınca sayfalar şişkolaşıyor, o zaman da sol tarafa yazmak zorlaşıyor. Ataçlayınca işler daha da kolaylaşıyor :).

167


Sayfa işaretlemek için de çok kullanışlı. Ayraç yerine de kullanabilirsiniz, bakmanız gereken sayfaya ataç takmanız yeterli.

Elinize sağlık! :)


30 Mart 2016 Çarşamba

46



Pazartesi sabahına uykusuz başlamak mı, yoksa diziyi ertesi gün internetten izlemek mi? Karar vermem gereken bir konu daha çıktı :).

İlk bölüm için karar vermek kolay oldu tabii ki, pazar gecesi izledim. Zaten yatıp uyuyamamak gibi bir pazar lanetim var, bari bir işe yarasın. Yayın saatini sürekli değiştirip en sonunda diziyi gecenin köründe başlattıkları için biraz söylendim tabi ki ama reklamsız ve bir saat olması harika. En azından bölüm süresini uzatmak için yan olaylara yüklenip bizi ana konudan soğutmayacaklar.


Toplu saçlı Erdal Beşikçioğlu karizması bir yana ben dizinin hikayesini de sevdim. "Breaking Bad gibi olacak.", "46 raporu yüzünden dizinin adı 46 olmuş." dedikoduları ile kendimizi diziye hazırlamıştık. Ama dizi başlamadan 46'nın kromozom sayısı olan 46 olduğu ve Breaking Bad çakması değil de Dr. Jekyl ve Mr. Hyde hikayesi olduğunu açıklamışlardı. Bu konu benim ilgimi daha fazla çekti. İlk bölümü de oldukça beğendim.

450

Dizi ile ilgili tek sıkıntım -artık sebebi acemilik mi bütçe mi her neyse- görüntülerdeki basitlik oldu. Mekanlar harika ama TV ekranında eğreti duran bir şeyler vardı, sanırım çekim kalitesi ile ilgili.
Eskiden PC'de Türkçe korku adventure oyunları çıkmıştı. Bir tanesini daha net hatırlıyorum, konusu çok güzeldi, oynamak da eğlenceliydi. Karakterler film olarak çekilmişti, animasyon değildi, sadece mekanlar animasyondu. Ama görüntü o kadar kötüydü ki tam gerilecekken insanı bir gülme alıyordu :). Karakter yürürken tek boyutlu bir postere dönüşüyordu mesela. Ağbim aslında oyunu baştan çok güzel yaptıklarını, ama o haliyle her bilgisayar çalıştırmayacağı için oyun satılmaz diye korktuklarını, bu yüzden de kaliteyi çok düşürdüklerini söylemişti. O kadar üzülmüştüm ki. Gerçekten çok güzel olabilecek bir oyun saçma bir pazarlama kararı yüzünden sönüp gitmişti.Oyunu oynarken rahatsız hissediyordum, o hikayeye yakışmayan bir görüntü vardı karşımda.

46'yı izlerken de hep o oyun geldi aklıma.Ama ekrandan gözümü ayırmama neden olmadı tabi ki :). İkinci bölümü de merakla bekliyorum.

29 Mart 2016 Salı

Postcrossing nedir, nasıl çalışır?



Şu sıralar hayatımdaki en büyük heyecanlardan biri Postcrossing. Eve gelince bilgisayarımın üzerinde kart bulmak, aklımın bir köşesinde sürekli “değişik kartlar almak” olması, kime hangi kartı hangi pulla göndereceğimi seçmek o kadar keyifli ki.

Bu keyfi sürdürmenin en kolay yolu Postcrossing’e üye olmak ama, peki nedir bu Postcrossing?

Postcrossing farklı ülkelere kart gönderip almanızı sağlayan bir proje. Zaten sloganı da
"send a postcard and receive a postcard back from a random person somewhere in the world!”.



Siteye üye olup bir “postcrosser” olduktan sonra size verilen diğer üyelerin adreslerine kartpostal gönderiyorsunuz. Aynı şekilde sizin adresiniz de başka üyelere veriliyor ve bambaşka ülkelerdeki tanımadığınız insanlardan kartlar alıyorsunuz.

Ben üye olmadan önce posta kutusunda hiç beklemediğim bir anda kart bulmanın bu kadar heyecan verici olacağını tahmin etmemiştim açıkçası :).

Postcrossing nasıl çalışır?


Üyelik adı (nickname) ve şifre belirleyip, e-mail adresinle üye oluyorsun. İlk etapta sadece kartların gelmesini istediğin adresini girmen yeterli, başka bilgi girmene gerek yok.



  • Kart göndereceğin adresleri al.
Sol menüdeki “Send a postcard” sekmesinden adres talep ediyorsun. İlk olarak sistem tek seferde beş adres almana izin verecek. Gönderdiğin kartlar yerine ulaşıp sana da ulaşan kartları sisteme girdikçe alabileceğin adres sayısı on ikiye kadar çıkıyor. Sayı artışı şöyle devam ediyor:


https://www.postcrossing.com/help/how-many-postcards-can-i-send


  • Kartları yazıp gönder.
Bu kısımda dikkat edebileceğin detaylar var aslında, Postcrossing ahalisi tarafından çoğunlukla sevilen noktalar var, ama bunları uygulamak tamamen sana kalmış. Bunlardan başka bir yazıda detaylı olarak bahsedeceğim :).

Mutlaka dikkat etmen gereken nokta, adres ile birlikte verilen Postcard ID. Türkiye’den kart göndereceksen TR- şeklinde başlayan bir numara veriliyor, bunu okunaklı bir şekilde göndereceğin kartın üzerine yazman gerekiyor.

Bu kart İngiltere'den geldi, Great Britain olarak Postcard ID'si GB ile başlıyor :)

  • Gönderdiğin kartların yerlerine ulaşmasını bekle.
Kart karşıdaki kişiye ulaştığında yazdığın Postcard ID’yi sisteme giriyor. Sana da kartının yerine ulaştığına dair bir mesaj geliyor.

Şimdi gelecek kartları beklemeye başlayabilirsin :).

Gönderdiğin kart sahibine ulaştıktan sonra sistem senin adresini de başka kullanıcılara veriyor. Bu kısım gerçekten biraz sürprizli çünkü karşıdaki kişi adresi aldıktan sonra kaç günde postaya verecek, gelmesi ne kadar sürecek bilemiyoruz. Bu yüzden hiç ummadığın anda posta kutunda kart veya kartlarla karşılaşacaksın. Benim en sevdiğim kısım da bu.

Hatta bir de aldığın adreslerin süresinin dolması meselesi var ki, bu da eklenince hiç hiç beklemediğin anda kart gelebiliyor. Mesela ben ilk üye olduğumda gaza gelip beş adres birden aldım. Ama uygun kart bulup postaya vermem biraz zaman aldı, posta süresi de eklenince benim kartlar yerine ulaşmadan Expired olarak görünmeye başladı.

EXPIRED CARD meselesi

Aldığın adrese kart 60 gün içinde gitmezse Expired olarak görünüyor. Bu hem göndericiyi hem de alıcıyı koruyan bir uygulama. Sonuçta beş kart gönderdiğimizde ve kartlar postada kaybolup yerine ulaşmadığında yeni adres alamayacaktık, bu da sıkıcı bir durum olurdu. Aynı şekilde senin adresin de beş farklı kullanıcıya veriliyor. Bir ya da birkaçının kart göndermemesi ya da kartın postada kaybolması eksik kart almana neden olacaktı.

Expired damgası yiyen kartlar bir nevi yok sayılıyor. Gönderdiğin kart ulaşmadıysa bir süre sonra yeni adres alabiliyorsun. Ama 60 günden sonra Expired olarak görünen kartların yerine ulaşması halinde yine de giriş yapılabiliyor, kartın üzerindeki ID ile girilmesi için bir sene vakit var. Girilmeyen kartlar ancak bir yıldan sonra sistemden siliniyor.

Bu sana tabii ki de adresleri alıp alıp kart atmama lüksü vermiyor. Traveling Postcards kısmındaki kart sayısı arttığında yeni adres alamıyorsun. Örneğin benim bir ara gidecek kart sayım 9 olmuştu, hepsi de Expired olarak görünüyordu. İçlerinde henüz göndermediklerim, gönderdiğim ve yerine ulaşmayanlar da vardı. Sistem bana yeni adres vermemeye başladı, bu kartların yerine ulaşması gerekiyordu. Bu durumda göndermediğiniz kartları göndermelisiniz. Yerine ulaşmayan kartlar varsa da kullanıcıya mesaj atabilirsiniz, kartı gönderdiğinizi eline ulaştıysa giriş yapmasını rica edebilirsiniz. Postcard ID'yi girmeyi unutmuş olabilirsiniz, ya da karşı taraf kart geldiğinde sisteme girmeyi unutmuş olabilir.



Benim gönderdiğim kartlardan dört tanesi Expired olarak görünüyor mesela. Adresine ulaşan kartlarım altı tane. Aldığım kartlar ise dokuz oldu. Normal şartlar altında kartları aynı anda gönderince birkaç hafta içinde adreslerine ulaşıp girişleri yapılıyor ve bir süre sonra sana da arka arkaya kartlar geliyor. Ama mesela son gönderimimde altı adresi birden aldım, yazıp hepsini gönderdim. Henüz kart almayı beklemiyordum çünkü gönderdiğim kartlar henüz adreslerine ulaşmamıştı. Ama geçen gün tek bir tane kart geldi mesela, hiç hiç beklemediğim anda. “Expired” kartların güzelliği işte :).

  • Aldığın kartın heyecanı ile görevini unutmaman gerek tabi.
Sana kart geldiğinde de ID numarasını sisteme giriyorsun. Yine sol menüdeki “Register a postcard” seçeneğinden yapacaksın.

Aldığın ve gönderdiğin kartların fotoğraflarını çekip siteye yükleyebilirsin.



Böylece bir “Postcards Wall” oluşturabiliyorsun, bu bölüme bakmak gerçekten çok eğlenceli. Fotoğraf çekerken kartın sadece ön yüzünün görünmesine dikkat etmelisin, adres kısmı gözükmemeli. Çünkü Postcards Wall’un profilin gibi herkese açık oluyor, başkalarının adreslerinin burada göstermek hoş değil.

Kartlarını,  
Traveling postcards 
Sent postcards
Received postcards
sekmelerinden takip edebilirsin.

Travelling postcards kısmında gönderdiğin ancak hala yerine ulaşmayan kartlar sıralanıyor. Sent postcards alıcısına ulaşanlar, Received Postcards da sana gelenler.

Postcrossing’in temeli bu kadar diyebiliriz aslında. Bundan sonrası biraz detay oluyor :).

Interested in direct swaps?

Swap değiş tokuş demek. Profil bilgilerinde “direct swap” isteyip istemediğini işaretliyorsun. Eğer eveti seçersen, diğer kullanıcılardan swap için mesaj alabilirsin.

341


Bir kullanıcı bana geçen haftalarda İstanbul özellikle Ayasofya ile ilgili kartım olup olmadığını sordu. Elimdeki İstanbul kartlarından göndereceğim ona. Ben kart koleksiyonu yapmadığım için çok seçici davranmadım, kendi ülkesi ya da şehri ile ilgili kartlar gönderebileceğini söyledim. O da bana kart gönderecek ve böylece ilk direct swap’imi gerçekleştirmiş olacağım :).


  • Profil bilgileri
Postcrossing’de diğer kullanıcılara açık bir profil sayfan olacak. Buraya girdiğin bilgilerle kendini tanıtabilir ve insanların sana, zevkine uygun kartlar atmalarını sağlayabilirsin. Ben kart göndereceğim kişinin profil sayfasına bakıyorum ve hoşuna gidecek kartlar seçip yazmaya çalışıyorum.
Bununla ilgili deneyimlerimi de başka bir yazıda daha detaylı paylaşacağım :).


Son olarak
Dikkat etmeniz gerekenler:

  • Aldığınız adresin birine ait özel bir bilgi olduğunu unutmayın ve Postcrossing’de ya da Instagram/Facebook/Twitter’da başkalarıyla paylaşmayın.
  • Postcard ID’yi yazmayı unutmayın.
  • Zarfsız ve kartın üzerine pul yapıştırarak göndermeye özen gösterin.
  • Böyle online bir sistemden otomatik adres almak başta işi biraz mekanikleştiriyor ama siz karşınızda gerçek biri olduğunu unutmayın :). Yeni kartlar almak, yazılanları okumak sizi nasıl heyecanlandırıyorsa, kart attığınız kişiler de benzer şeyler hissediyor. Göndereceğiniz kartlara ve yazdıklarınıza özen göstermekten üşenmeyin :).

HAPPY POSTCROSSING!


23 Mart 2016 Çarşamba

Günlük gibi, ama değil

Yazıp yazıp eklemeyenlerde bu hafta. 25 Şubatta, 15 Şubat haftasına dair bir şeyler yazmıştım, bugün 23 Martta ekleyebiliyorum.



Yapmak istediklerime yetişemiyorum sanki. Yetişebildiklerim de yetmiyor, bir işe yaramıyor. Hep bir yetememe hissi, yorgunluk, “Neden olmuyor?” endişesi.

Geçen hafta çok yorucuydu. Dışarıda epey vakit geçirdim, eğlenceliydi ama ofisteki yoğunluğun üzerine eklenince Cuma günü artık mantıklı konuşamayacak kadar yorgun bir halde buldum kendimi.  Hafta sonu ise planladığımın aksine uyumak ile geçti tabii ki.

Defter doldurma, hediye paketleme gibi evsel faaliyetlerimi de hafta sonuna ertelemiştim. Hiçbirini yapmadım tabi ki, al sana bir yetememe konusu daha. Sanki koca hafta sonu boşa geçmiş gibi hissediyorum.

Günlerin 48 saat olmasını dilemiyorum, daha az uyuyup daha zinde uyanmak mümkün olsa yeter bana. Gerçekler acı tabi, sabah altıda kalktıktan sonra uyku/yorgunluk ilişkisi büyük problem.

Elimdeki ile yetinmeye odaklandığımda hareketli ve güzel bir hafta olduğunu görebiliyorum ama.
Liseden beri tanıdığım arkadaşlarımla – biri 2,5 yaşındaki çocuğu ile Amerika’dan geldi – başladı. Eski arkadaşlarla görüşmenin en güzel yanı, tüm değişikliklere rağmen tanıdık şeylerin hala olması. Aynı mutfakta oturup yine saatlerce sohbet ettik. Konular biraz farklıydı sadece; evlilik, çocuk, akrabalar, iş, ofis. Bir de çektiğimiz fotoğraflar. Hala genç göstersek de yüzümüzdeki toyluk artık pek kalmadı tabi ki :).

Ertesi gün erkek arkadaşımla The Danish Girl’e gittik. Bu seneki Oscar maratonu beni umduğumdan daha fazla ağlattı. The Danish Girl’deki kapana kısılmışlık çok etkiledi beni.

Çarşamba ise ofisteki arkadaşlarımla dedikodu dolu bir gün oldu. Amacımız Godiva’ya gidip çikolata yemekti, ama konu konuyu açtı tabii ki ve “bir kahve içip” kalkamadık.

Sinemia kartım var ya, ertesi gün de sinema günüydü. Ağbimle Deadpool’u 4DX’te izlemek için yola çıktık, bilet bulamayınca Kötü Kedi Şerafettin’e girdik. İlk ya da ortaokuldayken okurdum Şero’yu. Ağbim L-Manyak alırdı, ben de karıştırırdım. Sonra kendi hür irademle almaya başlamıştım. Film de bu yüzden biraz nostaljikti benim için. Eskiden tanıdığım karakterleri yeni bir durumda görmek ilginçti. Çizimler ve animasyon da beklediğimden çok daha güzel olunca harika vakit geçirdim.

Filmden çıkarken da Güven Kıraç’a bir kez daha hayran kaldım. Oynadığı her yan rolü başrolden daha önemli bir yere taşıyan bir oyuncu. Seslendirdiği fare de öyleydi. Kötü Kedi Şerafettin’i terk edip kendi filmi olabilecek bir karakter haline gelmiş Güven Kıraç’ın sesiyle.

Cuma günü ise tabii ki sinema günüydü :). Oscar töreninden önce Room’u izlemeyi çok istiyorduk, vizyona gireceği için de internetten izlemedik. Güya vizyona girdi ama Cinemaximum sağolsun Osman Pazarlama’yı bir sinemanın hemen hemen bütün salonlarında oynattığı için Room’a pek yer kalmamış. Her zaman gittiğimiz Marmara Forum Cinemaximum’da oynamıyordu mesela, biz de Aqua Florya’ya gittik. Benim için alışılmışın dışında bir gün oldu, farklı bir sinema gördüm, Carefour yerine Macro’dan alışveriş yaptım :).

Film yüzünden de baya bir hırpalandım. The Danish Girl ile başlayan ağlama seansım Room ile devam etti, hem de bu sefer oldukça gerildim de. “Başlarına ne gelecek acaba?” merakı normal bir gerilim filminden bile daha çok bozdu sinirimi.

Sinemadan çıkınca da erkek arkadaşımla çok sevdiğimiz Çorlulu Ali Paşa Medresesine Erenler Nargile’ye gittik ve tüm filmlerden konuşup sohbet ederken son enerjimi de tükettim.

Hafta sonu ise uyumak ve tembellikle geçti. Gerçi cumartesi günü tatil rezervasyonu yaptırdık. Annem ve arkadaşları ile 19 Mayıs’ta Amsterdam’a gideceğiz. Bir de yaz tatili planı yapmak için yola çıktık, bakalım onu da bu hafta kesinleştiririz çünkü turcu teyze “29 Şubat’a kadar rezervasyon yaptırırsanız indirimden faydalanırsınız.” diyince annemler pek bir heyecanlandı :).

167

Tatil planı benim için çok iyi oldu. Nerelere gideceğiz, neler yiyeceğiz, neler alacağım hepsi ile ilgili çalışırım mayısa kadar. Öncelikle de hangi defterimi tatil için kullanacağım ona karar vermem gerek :). Bir tane gitmeden yapacağım planlar ve orada tutacağım “canlı” notlar bir defter seçeceğim, küçük ve hafif olmalı. Bir de döndükten sonra fotoğraflar ve ıvır zıvır yapıştırarak dolduracağım biraz daha büyükçe bir defter. Bunun için aklımda Accessorize’dan aldığım çiçekli defter var ama çizgili olduğu için onun sayfalarını pek sevmiyorum, o yüzden kesin kararımı veremedim. O zamana kadar yeni bir defter almış olurum diyeceğim ama bu sıralar hiçbir şey almadan tatilin taksitleri ve orada harcayacağım miktar için para biriktireceğim diye kendi kendime söz verdim.
Bakalım hayırlısı.

23 Mart notu: Yaz tatilini rezervasyonunu da 29 Şubat indirimini kaçırmadan yaptırdık tabi ki :).


21 Mart 2016 Pazartesi

Son of Saul / Saul Fia



Cannes Grand Prix, En İyi Yabancı Film dalında Golden Globe ve Oscar. Bu üçlemeye sahip olunca Son of Saul 2015’in en iyi filmi sayılabilir sanırım.

Cannes sonrası Film Ekimi’nde gösterildiğinde gitmeyi çok isteyip bilet bulamamıştım. Sonra internette de bulamadım bir türlü filmi. Kısmet  Oscar öncesineymiş, Başka Sinema sağ olsun Metrocity Cinema Pink’te vizyona girdi de sonunda izleyebildim.


Beklediğimden çok farklı ve sarsıcı bir filmdi. Ben alıştığım tarzda bir Holocaust filmi bekliyordum açıkçası; toplama kampındaki bir ya da birkaç insanın kalbimi sıkıştıran hikâyesini izleyecek, böyle bir akıl tutulması, kıyım nasıl yaşanmış nefret ve hayretle düşünecektim. Ve bir de tabi ki klasik olarak film sırasınca ağlamaktan hırpalanmayı bekliyordum.

Son of Saul ise tam olarak bunları yaşatmadı bana. Çünkü alıştığımız, daha önce izlediğimiz Holocaust filmlerinin hiçbirine benzemiyor. Bu nedenle izlerken adapte olmakta biraz zorlansam da çıktıktan sonra filmi çok beğendim ve üzerinde düşündükçe bendeki etkisi arttı.

Çok vurucu, çok gerçekçi bir film. Toplama kampını ya da soykırımı değil, toplama kampındaki bir adamın birkaç gününü konu ediniyor. Ve evet ikisi arasında büyük fark var.



Saul Auslander, Auschwitz’de bir Sonderkommando. Türkçe karşılığı “özel birim” olan Sonderkommando’lar toplama kamplarına getirilen Yahudi’lerden seçiliyormuş. Kampa gelen Yahudi’lerin gaz odalarına sokulması, cesetlerin taşınması, yakılması ve küllerin temizlenmesi ile görevlendirilip bunun karşılığında biraz daha iyi yemek ve birkaç ay daha fazla yaşama şansı veriliyormuş.

Gaz odasındaki görevi sırasında Saul bir çocuk cesedine rastlıyor ve onun oğlu olduğunu söyleyerek Yahudi inançlarına uygun bir şekilde gömülebilmesi için uğraşmaya başlıyor. Bütün o kıyımın, cesetlerin içinde Saul’un amacı bu, cesedi kaçırmak ve bir haham bulup uygun bir biçimde gömmek.



Sonderkommando olarak ona yaptırılan işler ve kendine edindiği görevi sırasında biz de Saul’u takip ediyoruz. Tüm film onun bakış açısı ile ilerliyor, kimi zaman Saul’un gözünden, kimi zaman omzunun üzerinden. Bunun haricinde de kamera her zaman yakın bir sahneye odaklanmış biçimde,  ekranın büyük bir bölümünü Saul’un sessiz, ifadesiz yüzü kaplıyor. Böylece görüş alanımızdaki her şeye odaklanamıyoruz, gördüklerimiz Saul’un o an gördükleri ile sınırlı. Yüzlerce cesedin arasında sadece Saul’un o an taşıdığı ceset net mesela, o sırada çevresindeki cehennem flu. İnsanın kendini nasıl soyutladığının gerçekçi bir resmi aslında. Dünya’nın sadece görmek istediği kısmı görmesi gibi, savaşı kazanmaya odaklanıp tüm kampları ve oralarda ölüme gönderilen insanları görmezden gelmesi gibi.

Bu teknik, seyirci olarak olayları Saul’un gözünden görüyoruz hissi uyandırıyor ve olanca harekete rağmen yarattığı klostrofobik his peşimizi asla bırakmıyor. Bu da filmi çok etkileyici, kişisel, samimi ve gerçekçi kılıyor.


Saul’u oynayan Géza Röhrig’in bembeyaz ve ifadesiz yüzü çok etkileyici. Toplama kamplarından kurtulanların söylediği gibi, oradan sağ çıkmanız mümkün değil, ya tamamen ölürsünüz ya da insanlığınız ölür. Saul karşımızda bir hayalet gibi duruyor film boyunca - ki bu toplama kamplarındaki vahşeti gözümüze sokan film ya da belgesellerden çok daha rahatsız edici.

453


Filmin yönetmeni ve senaristi László Nemes’in annesi ve babası Yahudi. Bu vahşeti daha küçükken annesinden dinlemiş, anne tarafından akrabalarının birçoğu Auschwitz’e gönderilmiş ve öldürülmüş.  Senaryonun ilham kaynağı ise bir kitap: Amidst A Nightmare of Crime. Auschwitz’de gaz odalarında görevli Sonderkommando’ların yazıp saklamak için Birkenau krematoryumunun yakınlarına gömdüğü notlar ve günlüklerden oluşuyor bu kitap. Savaş sonrası müttefik kuvvetler tarafından bulunmuş, bazı notlar insan küllerinin arasına gömülüymüş.

Filmi izleyip bu detayları da öğrenince yönetmenin şu sözü daha anlamlı geliyor insana:
 “The Holocaust was not a story of survival. The rule was death,”

450

Anne Frank’in Hatıra Defteri’ni Amsterdam’a gitmeden önce okuyacaktım zaten ama Son of Saul ile Holocaust konulu listeme birkaç şey daha eklendi. Amidst A Nightmare of Crime Türkçe’ye çevirilmemiş, İngilizce baskısı da tükenmiş görünüyor. E-Book olarak bulmaya çalışacağım.

İzlenecekler arasına da The Grey Zone, Conspiracy ve The Counterfeiters (Die Fälscher / Kalpazanlar) katıldı. Erkek arkadaşım bir de Sophie Scholl : The Final Days’i önerdi ama onu izler miyim bilemiyorum.

Seneler önce henüz II. Dünya Savaşı ve toplama kampları ile ilgili fazla bir şey okumamış ve hiçbir şey izlememişken rüyamda gaz odası görmüştüm. Garip bir rüyaydı, uyanınca çok etkilenmiş ve korkmuştum. Gözümü açtığımda yatağımın karşısındaki dolabı görmüştüm, birkaç hafta boyunca yatağımda yatamadım, dolabımdan sadece gündüz bir şeyler alıyordum. O günden beri zaman zaman özellikle Auschwitz ve Nürnberg Mahkemeleri ile ilgili filmler ve belgeseller izlediğim dönemler geliyor, dayanabildiğim kadarıyla izleyip okuyorum sonra biraz ara veriyorum. Hazmetmek için sanırım. The Schindler’s List’i hala izleyemedim mesela, kendimi psikolojik olarak o kadar hırpalanmaya hazır hissetmiyorum.


16 Mart 2016 Çarşamba

Moleskine Shop Alışverişim – Le Petit Prince ve Star Wars Defterler



Uzun süredir ertelediğim Moleskine alışverişimi sonunda gerçekleştirdim ve yine ertesi gün elime geçti :). 2 Şubat sabahı alışverişimi yaptım, paketim aynı gün İtalya’dan kargoya verildi. Almanya üzerinden sabah Türkiye’ye gelmiş ve gümrük kontrolünden sonra dağıtıma çıkmış. DHL, bizim berbat kargo şirketleri Yurtiçi ya da Aras Kargo gibi değil. Öğlen şubeye gelen paketi bir gün bekletmiyor, hemen aynı gün öğleden sonra dağıtıma çıkarıyor. Benim paketim de öğlen gümrükten çıkmış görünüyordu, saat 2’de de eve teslim edildi. Öyle “Geldik, bulamadık.” yalanları da yok :).

Bu Moleskine ile olan üçüncü bağlantım oldu, 2016 ajandalarımı aldığım alışverişimden şurada bahsetmiştim, ilki oydu. Daha sonra Creativity Challenge’da kazandığım hediye için gönderim yaptılar, aşağıda bahsedeceğim son alışverişim de gelen üçüncü kargo idi. Hepsi aynı şekilde hızlıca geldi, yani bu durum Moleskine store için alışkanlık diyebiliriz. Sipariş verdiğim gün kargoya veriliyor, ertesi gün de elimde oluyor.
Fiyatları da Türkiye fiyatları ile aynı, dönem dönem indirimler ya da bedava kargo kampanyaları olabiliyor. Ayrıca 78TL üzeri alışverişlerde kargo her zaman bedava zaten.
Ben Moleskine online alışveriş sitesinden çok memnunum, bu yüzden alacağınız bir defter için buraya da bir göz atmanızı öneririm.

Gelelim son alışverişimde aldıklarıma :). Birini biraz ihtiyaçtan, diğerini de özel kapağı kaçırmamak için aldım aslında.

Küçük Prens Özel Seri

(LIMITED EDITION PETIT PRINCE POCKET RULED WHITE CANVAS – PATTERN)

Moleskine’den “kitap defterim” yapmak için bir defter alacaktım zaten. Yanımda taşıyacağım için küçük boy olması gerekiyordu. Aslında kitap defterimi daha önce almıştım da, Peanuts serisinin 2016 günlük ajandasının kapağında Linus’u görünce alıp normal defter olarak kullanmaya karar vermiştim. Ama aldıktan sonra günlük olarak kullanmaya başladım, böylece kitap defteri kontenjanım yine boş kaldı :).

Büyük boy defter


Küçük Prens’i fazla sevmesem de bu serinin defterlerini görünce bayıldım. Kapağında Küçük Prens olmayan Küçük Prens defterleri var, kitap defterim için de bundan güzel bir kapak olamazdı sanırım. (Tüm defterlere şuradaki yazıdan bakabilirsiniz.)
Aslında yeşil ile mavi renk arasında kaldım, ama küçük boy defter daha kullanışlı olacağı için maviyi tercih ettim. Yeşil olan normal boydu çünkü.



Defterin kapağı kanvas, diğer Moleskine’ler gibi değil yani. Böyle dokulu kapakları da çok seviyorum, görünüşü ve hissi çok hoşuma gidiyor. Tek kötü yanı kirlenince temizlemesinin daha zor olması. Silgi ile silince baya temizleniyor ama tabi diğer kapaklar kadar kolay değil.



Kapağının kanvas olmasının haricinde tüm özellikleri klasik Moleskine defterler ile aynı. Sert kapak, arka kapağın içinde karton bir cebi var.

Kağıdı 70 gsm, acid-free ve çizgisiz. Bu “acid-free” konusu eskiden çok dikkatimi çekmiyordu, scrapbooking ile ilgili etrafı kurcalamaya başladığımda gördüm ki aslında arşiv için önemli bir özellikmiş. Eğer defteri uzun süre saklamayı düşünüyorsanız, kimyasallarında asit içeren kâğıtlar mürekkebin bozulmasına, sayfalara yapıştırdığınız şeylerin renginin değişmesine neden oluyor. Bu nedenle scrapbook için kullanılan kağıtların asit içermemesine dikkat ediliyormuş, bence günlük ya da arşivlik defterler için de önemli bir detay bu.



Moleskine defterlerin en sevdiğim özelliklerinden biri ise kapak ve sayfalarının 180° açılabiliyor olması. Yazarken kapağı güzelce açıp, bir de ortasına parmağınızla bastırabilirsiniz. Cildi bozulmuyor, sayfalar kopmuyor. Sağ taraftaki sayfalara yazarken sol tarafın kapanıp kaleminize çarpmasına son, korkmadan defterinizi güzelce açıp yazabilirsiniz :).



Moleskine defterlerin dış ambalajı olan karton şeridin kullanılabilir olması ise Küçük Prens serisi için de geçerli. Bu seride de kartonun iç kısmı boyamanız için kitaptan çizimler içeriyor.



Star Wars VII Özel Seri Villain Trooper

(LIMITED EDITION STAR WARS VII VILLAIN TROOPER)


Bu defteri henüz ne için kullanacağıma karar vermedim, kapağını çok beğendiğim için aldım :).

Büyük boy ve çizgili, diğer özellikleri de yine tüm Moleskine’ler ile aynı.


358

Ön ve arka iç kapak sayfaları Star Wars The Force Awakens ile uygun tasarlanmış. Bir de içinden stickerlar çıkıyor.

735


Küçük Prens defterimi henüz kullanmaya başlamadım, ama amacı belli, kitap defterim olacak :). Star Wars için ise henüz hiçbir fikrim yok :). Bakalım yazacak bir şeyler bulurum mutlaka.


1 Mart 2016 Salı

Yeni Seri Lego Minifigures DISNEY



Lego Minifigures yeni serisinin Disney karakterlerinden oluşacağı dedikodusu bir iki yıldır dolaşıyordu ki, artık gerçek oldu. Gerçi Lego tarafından kesin olarak açıklanmadı ama internete sızan bu fotoğrafa bakılırsa yeni figürlere kesin gözüyle bakabiliriz.

Mayıs ayında satışa çıkacakmış, bu sefer seride 16 değil 18 farklı figür olacak. Figürlerin listesi de şöyle:
Mickey Mouse
Minnie Mouse
Donald Duck
Daisy Duck
Ariel
Ursula (The Little Mermaid'den Ariel'in düşmanı)
Peter Pan
Captain Hook
Stitch
Alice
Cheshire Cat (Alice in Wonderland'den)
Maleficent
Mr. Incredible
Syndrome (The Incredibles'tan)
Aladdin
Genie
Buzz Lightyear
Pizza Planet Alien (Toy Story'den)

Seçilen karakterlerin benim jenerasyonuma hitap etmesi çok hoşuma gitti :). Sanırım içlerinde en yenileri Maleficent, Toy Story ve Incredibles karakterleri ki bunlar da çıkalı baya bir sene oldu aslında.

Benim sorunum bu sene için Disney karakterlerinin seçilmiş olması. Buna sevinecek çok kişi olsa da ben çok memnun kalmadım. Disney karakterlerini minifigür olmaya çok uygun bulmadım açıkçası. Simpsons karakterleri sarı kafaları ile olağan minifigür tiplerine çok yakındı, yüzleri farklı olsa da Lego Minifigures olarak hiç sırıtmamışlardı. Disney öyle değil ama bakınca Lego Minifigures demiyorsunuz, Disney'in küçük figürleri bunlar Lego'ya pek benzemiyorlar. Disney karakterlerinin figürleri değil de Lego Minifigures'ün Disney karakteri versiyonları olsaydı -Peter Pan gibi mesela, gerçekten Lego seti karakteri gibi duruyor- daha çok hoşuma giderdi. Mickey, Minnie, Donald ve Daisy de kıyafet giymiş karakterlerden olabilirdi, içinde bir minifigür kafası ve Mickey Mouse başlığından oluşurdu.

Bu haliyle en çok Peter Pan'i sevdim, zaten en sevdiğim Disney karakterlerindendir. Alice ise beni aynı derecede hayal kırıklığına uğrattı. Yüzünün şeklini hiç beğenmedim ama saçları farklı figürlerle kullanmak için işe yarayacaktır :).

Favorilerim Peter Pan, Ariel (deniz kızı figürüm yok, kuyruğu çok işe yarayacak :)), Alaaddin ve Cini ve Maleficent. Mickey, Minnie, Donald ve Daisy'i ise Disney'in böyle minik figürlerine sahip olmak için alacağım. Büyük ihtimalle Lego figürlerimden ayrı bir yerde saklarım :).

Pizza Planet Alien neyse de Stitch ve Cheshire Cat'in varlığını çok manasız buldum. Ayrıca Alice In Wonderland'den kedi seçmek nedir, tavşan nerede allaşkına? Woody'nin olmadığı seriye Alien'ı eklemelerine ise zaten söyleyecek söz bulamıyorum. Gerçi bu bize ikinci Disney serisinin de hazır olduğunun sinyallerini veriyor, 2017'de büyük ihtimalle bir seri daha gelir. Woody, Pluto, Goofy'i ikinci seriye sakladılar herhalde.

Konu kesinleşip, kutu incelemeleri internette yayınlansın hemen mıncıklama rehberini hazırlamaya başlayacağım. O zamana kadar 15. seriyi tamamlayayım bari :).