21 Mart 2016 Pazartesi

Son of Saul / Saul Fia



Cannes Grand Prix, En İyi Yabancı Film dalında Golden Globe ve Oscar. Bu üçlemeye sahip olunca Son of Saul 2015’in en iyi filmi sayılabilir sanırım.

Cannes sonrası Film Ekimi’nde gösterildiğinde gitmeyi çok isteyip bilet bulamamıştım. Sonra internette de bulamadım bir türlü filmi. Kısmet  Oscar öncesineymiş, Başka Sinema sağ olsun Metrocity Cinema Pink’te vizyona girdi de sonunda izleyebildim.


Beklediğimden çok farklı ve sarsıcı bir filmdi. Ben alıştığım tarzda bir Holocaust filmi bekliyordum açıkçası; toplama kampındaki bir ya da birkaç insanın kalbimi sıkıştıran hikâyesini izleyecek, böyle bir akıl tutulması, kıyım nasıl yaşanmış nefret ve hayretle düşünecektim. Ve bir de tabi ki klasik olarak film sırasınca ağlamaktan hırpalanmayı bekliyordum.

Son of Saul ise tam olarak bunları yaşatmadı bana. Çünkü alıştığımız, daha önce izlediğimiz Holocaust filmlerinin hiçbirine benzemiyor. Bu nedenle izlerken adapte olmakta biraz zorlansam da çıktıktan sonra filmi çok beğendim ve üzerinde düşündükçe bendeki etkisi arttı.

Çok vurucu, çok gerçekçi bir film. Toplama kampını ya da soykırımı değil, toplama kampındaki bir adamın birkaç gününü konu ediniyor. Ve evet ikisi arasında büyük fark var.



Saul Auslander, Auschwitz’de bir Sonderkommando. Türkçe karşılığı “özel birim” olan Sonderkommando’lar toplama kamplarına getirilen Yahudi’lerden seçiliyormuş. Kampa gelen Yahudi’lerin gaz odalarına sokulması, cesetlerin taşınması, yakılması ve küllerin temizlenmesi ile görevlendirilip bunun karşılığında biraz daha iyi yemek ve birkaç ay daha fazla yaşama şansı veriliyormuş.

Gaz odasındaki görevi sırasında Saul bir çocuk cesedine rastlıyor ve onun oğlu olduğunu söyleyerek Yahudi inançlarına uygun bir şekilde gömülebilmesi için uğraşmaya başlıyor. Bütün o kıyımın, cesetlerin içinde Saul’un amacı bu, cesedi kaçırmak ve bir haham bulup uygun bir biçimde gömmek.



Sonderkommando olarak ona yaptırılan işler ve kendine edindiği görevi sırasında biz de Saul’u takip ediyoruz. Tüm film onun bakış açısı ile ilerliyor, kimi zaman Saul’un gözünden, kimi zaman omzunun üzerinden. Bunun haricinde de kamera her zaman yakın bir sahneye odaklanmış biçimde,  ekranın büyük bir bölümünü Saul’un sessiz, ifadesiz yüzü kaplıyor. Böylece görüş alanımızdaki her şeye odaklanamıyoruz, gördüklerimiz Saul’un o an gördükleri ile sınırlı. Yüzlerce cesedin arasında sadece Saul’un o an taşıdığı ceset net mesela, o sırada çevresindeki cehennem flu. İnsanın kendini nasıl soyutladığının gerçekçi bir resmi aslında. Dünya’nın sadece görmek istediği kısmı görmesi gibi, savaşı kazanmaya odaklanıp tüm kampları ve oralarda ölüme gönderilen insanları görmezden gelmesi gibi.

Bu teknik, seyirci olarak olayları Saul’un gözünden görüyoruz hissi uyandırıyor ve olanca harekete rağmen yarattığı klostrofobik his peşimizi asla bırakmıyor. Bu da filmi çok etkileyici, kişisel, samimi ve gerçekçi kılıyor.


Saul’u oynayan Géza Röhrig’in bembeyaz ve ifadesiz yüzü çok etkileyici. Toplama kamplarından kurtulanların söylediği gibi, oradan sağ çıkmanız mümkün değil, ya tamamen ölürsünüz ya da insanlığınız ölür. Saul karşımızda bir hayalet gibi duruyor film boyunca - ki bu toplama kamplarındaki vahşeti gözümüze sokan film ya da belgesellerden çok daha rahatsız edici.

453


Filmin yönetmeni ve senaristi László Nemes’in annesi ve babası Yahudi. Bu vahşeti daha küçükken annesinden dinlemiş, anne tarafından akrabalarının birçoğu Auschwitz’e gönderilmiş ve öldürülmüş.  Senaryonun ilham kaynağı ise bir kitap: Amidst A Nightmare of Crime. Auschwitz’de gaz odalarında görevli Sonderkommando’ların yazıp saklamak için Birkenau krematoryumunun yakınlarına gömdüğü notlar ve günlüklerden oluşuyor bu kitap. Savaş sonrası müttefik kuvvetler tarafından bulunmuş, bazı notlar insan küllerinin arasına gömülüymüş.

Filmi izleyip bu detayları da öğrenince yönetmenin şu sözü daha anlamlı geliyor insana:
 “The Holocaust was not a story of survival. The rule was death,”

450

Anne Frank’in Hatıra Defteri’ni Amsterdam’a gitmeden önce okuyacaktım zaten ama Son of Saul ile Holocaust konulu listeme birkaç şey daha eklendi. Amidst A Nightmare of Crime Türkçe’ye çevirilmemiş, İngilizce baskısı da tükenmiş görünüyor. E-Book olarak bulmaya çalışacağım.

İzlenecekler arasına da The Grey Zone, Conspiracy ve The Counterfeiters (Die Fälscher / Kalpazanlar) katıldı. Erkek arkadaşım bir de Sophie Scholl : The Final Days’i önerdi ama onu izler miyim bilemiyorum.

Seneler önce henüz II. Dünya Savaşı ve toplama kampları ile ilgili fazla bir şey okumamış ve hiçbir şey izlememişken rüyamda gaz odası görmüştüm. Garip bir rüyaydı, uyanınca çok etkilenmiş ve korkmuştum. Gözümü açtığımda yatağımın karşısındaki dolabı görmüştüm, birkaç hafta boyunca yatağımda yatamadım, dolabımdan sadece gündüz bir şeyler alıyordum. O günden beri zaman zaman özellikle Auschwitz ve Nürnberg Mahkemeleri ile ilgili filmler ve belgeseller izlediğim dönemler geliyor, dayanabildiğim kadarıyla izleyip okuyorum sonra biraz ara veriyorum. Hazmetmek için sanırım. The Schindler’s List’i hala izleyemedim mesela, kendimi psikolojik olarak o kadar hırpalanmaya hazır hissetmiyorum.


0 yorum:

Yorum Gönder