My Brodmann Area 10Dış dünya ile başa çıkmak istiyorsan, insanların yüzünü görmesine izin vermeyeceksin. Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız.

25 Şubat 2015 Çarşamba

Oscar Ödül Töreni

Bu kadar kırmızı halı muhabbetinden sonra asıl konuya dönebiliriz. Tören başlamadan uyandım ve izlemeye başladım ama daha Neil Patrick Harris açılış şovundaki şarkıyı söylerken uyuyakalmışım :).


Törenin geri kalanını da ara ara uyuyup uyanarak izledim. Ama ya tavşan uykusu uyurken sesleri ayırt edip uyandım ya da tamamen şansım yaver gitti, merak ettiğim izlemek istediğim tüm kısımları yakalayabildim. Pazartesi günü de kaçırdığım kısımları izleyerek töreni tamamlamış oldum.

Kazananlar konusunda da şansım yaver gitti denebilir. Önemli tüm dallarda tahminlerim tuttu, ama şöyle ki bu tahminlerim biraz “bunlara verebilirler, keşke verseler.” şeklindeydi. Onlar yerine Boyhood ve American Sniper’ı tercih edebileceklerini düşünmüştüm, neyse ki öyle olmadı.

Neil Patrick Harris’i çok seviyorum ama töreni sunmak konusunda çok başarılı değil bence. Espiriler çok fena değildi, sevimliydi ama biraz vasattı yine de. Ellen DeGeneres’i hiç sevmem mesela ama o daha güzel sunmuştu. Sanırım metin yazarları ile ilgili olabilir, Ellen’ın programında da çalıştığı çok daha güçlü kendi ekibi var. Neil Patrick Harris’in Birdman’daki Micheal Keaton gibi donla sahneye çıkması enteresandı ama tabi ki bir Oscar selfiesi değildi :).


Espirilerden de iyi sayılabilecek olanlar John Travolta espirileri idi, en çok Benedict Cumberbatch’in çok güzel bir isim olduğu ve söylenişinin John Travolta’nın Ben Affleck demeye çalışırken çıkardığı sesle aynı olduğu espirisine güldüm. Bir de Oprah’a takılması aklımda kaldı. American Sniper’ın diğer tüm aday filmlerin toplamından daha fazla gişe yapmasına ve tabii ki Oprah’ın en zengin ünlülerden biri olmasına gönderme yaparak, diğer tüm aday filmlerin salonun sağ tarafı, American Sniper’ın ise Oprah olduğunu söylemesi komik ve akıllıca bir espiriydi. Bunlar haricinde sunum ile ilgili öne çıkan pek bir şey yoktu. Ödül kazanan kişiler ve konuşmaları ile de bol sosyal mesaj içerikli bir tören oldu.

Törenle ilgili benim için öne çıkan kısımlar şöyle:

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar’ını Boyhood’daki anne Patricia Arquette aldı ve artık Amerika’da kadınların eşit maaş ve eşit haklara sahip olmasının zamanının geldiğini söyleyerek efsaneler arasında sayılacak bir konuşma yaptı. Böylece Obama’nın “Equal Pay” bildirisi de canlı yayında gündeme getirilmiş oldu. Patricia Arquette’in Oscar’ı alacağı zaten kesin gibiydi, çok sürpriz bir sonuç olmadı.

167
 “To every woman who gave birth to every citizen and taxpayer of this nation, we have fought for everybody else’s equal rights,” she said. “It’s our time to have wage equality once and for all and equal rights for women in the United States of America.”

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülü ise Whiplash’teki rolüyle J.K. Simmons’ın oldu. Whiplash’i izlemedim ama diğer adayların arasında Simmons’ın ödülü alacağına da kesin gözüyle bakılıyordu.


En İyi Animasyon dalında Lego Movie’nin aday gösterilmemesinden herkes gibi ben de hoşlanmamıştım. Hatta filmin yönetmenleri Phil Lord ve Christopher Miller’ın BAFTA ödüllerinde “Favori akademimiz sizsiniz.” demesine çok gülmüştüm :).

“You are our favorite Academy by far. You guys win the award for best Academy. This is the end of the awards road for us, so we can say whatever we want. There’s no one left to impress.”

450
Lego Movie Oscar’larda sadece En İyi Şarkı dalında adaydı, alamayacakları belliydi ama sahne performanslarını izledim ve bir AFOL olarak çok hoşuma gitti :).

En İyi Şarkı ödülü ise Selma’nın oldu. Common and John Legend’ın filmin şarkısı Glory ile performansları harikaydı. İnsanın tüylerini diken diken eden bir sahne kurgusu vardı, koronun köprüden yürüyüşü canlandırması ile sözler de birleşince çok etkileyici bir performans oldu. Özellikle
That’s why Rosa sat on the bus
That’s why we walk through Ferguson with our hands up
kısmı çok etkileyiciydi. (Şarkının sözlerinin tamamı için yazının en sonuna bakabilirsiniz.)


Ödül Common ve John Legend’ın resmi isimleri olan Lonnie Lynn ve John Stephens adına verildi, adaylarda da gerçek isimleri yazıyordu, ben farklı kişiler ödülü alacak sanmıştım, ikisini görünce şaşırdım . Teşekkür konuşmasında da Common filmde de geçen köprünün değişimin sembolü olduğu ve dünyanın her yerinde eşit hakların hayalini kuran insanları birleştirdiğinden bahsetti.  John Legend ise siyah halkın hakları ile ilgili konuştu ve 50 yıl önce kazanılan haklara rağmen çabanın hala bitmediğini, şu an gözetim altında olan siyahların sayısının 1850 yılında köle olan siyahlardan daha çok olduğunu söyledi.


Common:
“First off, I’d like to thank God that lives in us all. Recently, John and I got to go to Selma and perform “Glory” on the same bridge that Dr. King and the people of the civil rights movement marched on 50 years ago. This bridge was once a landmark of a divided nation, but now is a symbol for change. The spirit of this bridge transcends race, gender, religion, sexual orientation, and social status. The spirit of this bridge connects the kid from the South side of Chicago, dreaming of a better life to those in France standing up for their freedom of expression to the people in Hong Kong protesting for democracy. This bridge was built on hope. Welded with compassion. And elevated by love for all human beings.”

Legend:
“Thank you. Nina Simone said it’s an artist’s duty to reflect the times in which we live. We wrote this song for a film that was based on events that were 50 years ago, but we say Selma is now, because the struggle for justice is right now. We know that the voting rights, the act that they fought for 50 years ago is being compromised right now in this country today. We know that right now the struggle for freedom and justice is real. We live in the most incarcerated country in the world. There are more black men under correctional control today than were under slavery in 1850. When people are marching with our song, we want to tell you that we are with you, we see you, we love you, and march on.”

En İyi Uyarlama Senaryo ödülünü The Imitation Game ile Graham Moore aldı. Aslında buna daha fazla şaşırdım. Adaylar arasında benim en beğendiğim The Imitation Game idi, ancak herkes çok sığ ve gereksiz biçimde kalabalık bir senaryo olduğu görüşündeydi. Kalbimden geçiyordu ama ödülü kazanabileceğini düşünmüyordum :). Gay kontenjanından yararlanıp Oscar’ı almış oldu ve tüm sevimliliğiyle ilham verici bir konuşma yaparak törenin başka bir sosyal mesajını iletmiş oldu.


Alan Turing’in böyle bir şansa hiç sahip olamadığını, kendisinin o an orada insanların karşısında sahnede olabildiğini ve bunun hiç adil olmadığını söyledi. 16 yaşında farklı hissettiği ve kendini acayip biri olarak gördüğü için intihar etmek istediğinden bahsetti, böyle hisseden herkesten de acayip ve farklı olarak kalmalarını istedi.
“So, here’s the thing: Alan Turing never got to stand on a stage like this and look out at all of these disconcertingly attractive faces and I do. And that’s the most unfair thing I think I’ve ever heard. So, in this brief time here, what I want to use it to do is to say this: When I was 16 years old, I tried to kill myself because I felt weird and I felt different and I felt like I did not belong. And now I’m standing here and, so, I would like for this moment to be for that kid out there who feels like she’s weird or she’s different or she doesn’t fit in anywhere. Yes, you do. I promise you do. You do. Stay weird. Stay different. And then when it’s your turn and you are standing on this stage, please pass the same message to the next person who comes along. Thank you so much.”

En İyi Erkek Oyuncu yine şaşırtmayan ama beni çok sevindiren bir biçimde Eddie Redmayne’ın oldu. The Theory of Everything’teki muhteşem Stephen Hawking rolüyle tüm ödülleri hak etmişti zaten. Konuşmasında da Hawking ailesine teşekkür etti. Eddie Redmayne ile ilgili en çok hoşuma giden şey sevimliliği ve alçakgönüllülüğü oldu. Favori olmasına rağmen ne Oscar, ne BAFTA, ne Golden Globe hiçbir ödül töreninin kırmızı halı seremonisinde burnu büyük laflar etmedi. Hatta Oscar’ı aldıktan sonra heykelciğe çok iyi bakacağını söyledi :).


“Oh, my God. Thank you. Thank you. Thank you to the Academy. I don’t think I’m capable of articulating quite how I feel right now. Please know this, I am fully aware that I am a lucky, lucky man. This Oscar—wow!—this Oscar, this belongs to all of those people around the world battling ALS. It belongs to one exceptional family: Stephen, Jane, Jonathan and the Hawking children. And I will be its custodian and I will promise you I will look after him. I will polish him. I will answer his beck and call. I will wait on him hand and foot. But I would not be here were it not for an extraordinary troupe of people. My staggering partner in crime, Felicity Jones. My ferocious and yet incredibly kind director, James Marsh. Working Title, Focus, Lisa and Anthony, Nina and my ingenious team of Dallas, Josh, Gene, Jason, Elan, Carl, Britney and Carrie and Pip. Now, finally, please, this is so extraordinary. I just want to thank my family and you, Hannah, my wife. I love you so much. We have a new fellow coming to share our apartment. Thank you.”

En İyi Kadın Oyuncu dalında kimin ödül aldığından çok benim dikkatimi Matthew McConaughey çekti :). Yine tüm karizması ile sahneye çıktı, hem cool hem sevimli olabilerek selam verdi ve kazananı açıkladı: Julianne Moore. Yine kazanması en olası adaydı. Konuşmasında ALS hastalarından bahsederek, soyutlanmamaları, hastalığa bir çare bulunabilmesi için göz önünde olmaları gerektiğinden bahsetti.


“I’m thrilled actually that we were able to hopefully shine a light on Alzheimer’s disease. So many people with this disease feel isolated and marginalized and one of the wonderful things about movies is it makes us feel seen and not alone. And people with Alzheimer’s deserve to be seen, so that we can find a cure.”

Adaylar arasında en sevdiğim filmlerden biri olan The Grand Budapest Hotel En İyi Kostüm, En İyi Makyaj ve Saç, Film Müziği ve Prodüksiyon dallarında olmak üzere dört ödül aldı. En İyi Kostüm ve En İyi Makyaj ve Saç ödülleri çok yerinde seçimlerdi. Filmin masalsı havasının yaratılmasında kostüm ve makyajın önemi çok büyüktü, çok absürd bir tasarım yapmadan filmin havasını yaratmayı başarmışlardı. Sırf Adrian Brody’nin o hali için bile Oscar’ı hak ediyorlardı.


En İyi Yabancı Film yine beni çok sevindiren bir biçimde Ida oldu. Adaylardan sadece Ida ve Leviathan’ı izlemiştim, ama Ida beni çok etkiledi. Sakinliği, konusu, hikayedeki detaylar, hiçbirşeyi insanın gözüne sokmaması ve bir kadının tercihlerini bu kadar yalın anlatabilmesi beni çok etkilemişti. Filmin yönetmeni Pawel Pawlikowski de ödülü alırken, siyah-beyaz ve sakin filmleri ile Oscar töreni gibi gürültülü bir ortamda bulunmalarının garipliğinden bahsetti.


“Aw, God. How did I get here? We made a film about—as you saw, black and white—about the need for silence and withdrawal from the world and contemplation. And here we are at this epicenter of noise and world attention. Fantastic, you know, life is full of surprises.
…  And to my Polish friends who are in front of the TV. The crew who were in the trenches with us and who are totally drunk now. And you are fantastic, you are brilliant. You carried me through this film, and you are what I love about Poland: resilient, courageous, brave and funny. And you can take a drink.”


Gecenin kazananı ise Birdman oldu. Alejandro G. Iñárritu’nun eli kolu dopdolu dönmesine çok sevindim. En baba ödülleri aldılar ve bu adaylar arasında gerçekten hak etmişlerdi. Aldıkları ödüller:
En İyi Film
En İyi Görüntü Yönetmeni (Sinematografi)
En İyi Yönetmen
En İyi Orijinal Senaryo


Iñárritu’nun En İyi Yönetmen Oscar’ını alınca yaptığı konuşmayı çok beğendim. Aslında ödüllerin çok da anlamlı olmadığından bahseden, ödül almamanın bir filmi kötü ya da değersiz yapmayacağını, değerin zamanla belli olacağını söyledi. Gerçekten de çok sevdiğimiz ama Oscar adayı olup da kazanamayan bir çok film var. Hatta bazı örneklerde karşısında ödül alan filmi hatırlamıyoruz bile.


“Honestly, this is crazy in a way, talking about that little prick called ego. Ego loves competition, right? Because for someone to win, someone has to lose. But the paradox is that, you know, true art, true individual expression as all the work of these incredible fellow filmmakers, can’t be compared, can’t be labeled, can’t be defeat because they exist and our work only will be judged, as always, by time. So, I am very thankful, grateful, humbly honored by the Academy, which I thank for this incredible recognition. Which I have it here because the work of all the actors, all the producers.”

Yine de Iñárritu’nun geceye damga vuracak performansı En İyi Film ödülü ile oldu. Sean Penn’in “Who gave this son of a bitch a green card?” diyerek kazananı açıklaması gecenin önceden planlanmış unutulmayacak anlarından biriydi. Birçok kişi bunu çok sert ve ırkçı bulmuş, Amerika’da ırkçılık konuları çok hassas olduğu için haklı olabilirlerdi ancak bunu yapabilecek son kişi Sean Penn. Hem aktivist hem de Inaritu ile çok iyi arkadaşlar. Sean Penn’in verdiği pasla Inaritu konuşmasında göçmenlerden bahsetti ve böylece Obama’nın göçmenlik yasası ile ilgili çalışmalarının da tekrar gündeme gelmesini de sağlayacak bir kamu spotu daha tamamlanmış oldu. Ben Inaritu’nun konuşmasını sevdim, ayarlanmış gibi görünmemeyi başardı, ayrıca postasını da koydu. Konuşmasının sonunda bir gün göçmenlerin de daha önce kendileri de göçmen olarak Amerika’ya gelip bu büyük  göçmen milletini kuranlar kadar saygı gösterilmesini diledi.


“I don’t want to talk. Oh, my God. They want me to talk because I am the worst English-speaking guy here. Maybe next year the government will inflict some immigration rules to the Academy. Two Mexicans in a row, that’s suspicious, I guess. I want to thank so many people that I forgot. Arnon, Brad Weston, again. I thank you very much for believing in this crazy idea. All the people that were behind this film was really heroes because the idea was really crazy. A script that started with a middle-aged man, interior dressing room, cross-legged, floating, can go anywhere and we are here. I don’t know how that happened but it happened. And, anyway, I just really want to thank everybody.
Finally I just want to take one second. I just want to take the opportunity. I want to dedicate this award for my fellow Mexicans. The ones who live in Mexico, I pray that we can find and build the government that we deserve. And the ones that live in this country who are part of the latest generation of immigrants in this country, I just pray that they can be treated with the same dignity and respect of the ones who came before and build this incredible immigrant nation. Thank you very much. “


Böylece kadın hakları (Obama’nın Equal Pay bildirisi), gayler, ALS, Alzheimer, göçmen yasası törende anılarak liste tamamlanmış oldu. Hem ödül alanlar hem de yapılan konuşmalar açısından güzel bir tören oldu bence. Bu sene sinir olup tüh be! dediğim hiçbir ödül olmadı en azından :).

Son olarak ise her sene vefat eden Hollywood çalışanlarının anıldığı In Memoriam videosunda Robbie Williams’ı görmek biraz içimi burktu. Sanki bu zamana kadar unutmuştum da orada görünce tekrar şaşırdım.


Oscar Ödül Töreni - Kırmızı Halı


İzlesem mi, ertesi gün ofiste uykusuzluktan çok kötü olur muyum, Boyhood ve American Sniper’a paylaştırırlar ödülleri sinir olduğumla kalır mıyım derken bir Oscar törenini daha merakımı yenemeyip izleyerek geçirdim.

Geçen senenin aksine bu yıl Digitürk internet sitesinde üye olsun olmasın herkese canlı yayını izleme imkanı vermişti. Cep telefonu numaranızı girdim ve şifre geldi, açılan ekrana onu girip izlemeye başladım. Cep telefonumdan izledim ve ara ara ekranı kapatıp geri döndüğüm oldu ancak tekrar şifre girmemi istemedi. Görüntü kalitesi iyiydi, yavaşlama açılmama gibi problemler de hiç olmadı. Şaşırtıcı bir biçimde çok memnun kaldım :), Digitürk’ün böyle bir şey sunacağını hiç beklemiyordum açıkçası.

Geçen sene çalışmadığım için ertesi günümün boş olmasının verdiği rahatlıkla töreni izlemek için büyük bir çaba göstermiştim. Uyduda binden fazla kanal gezerek Oscar yayını yapan birkaç yabancı kanal buldum, bilgisayarımda da Azeri kanalı AzTV’nin ve şimdi adını hatırlamadığım bir kanalın daha internet yayını açtım. Uydudaki kanallar kırmızı halı bitip tören başlayınca ya yayını kesti ya da şifreli yayına geçti. Ben de bilgisayar görüntüsünü televizyona aktararak internetten izlemeye devam ettim. Ama hem görüntü kaliteleri çok iyi değildi hem de sık sık bağlantı kopup yayın duruyordu.

Bu sene böyle atraksiyonlara girmek gelmedi içimden. Hem pazartesi işe gidecek olmak canımı sıkıyordu, hem de beni çok heyecanlandıran adaylar yoktu açıkçası. Daha doğrusu çoğu ödülü Boyhood ve American Sniper arasında paylaştırabilirler ve sinir olup izlediğime pişman olurum diye düşündüm. Normal bir Pazar geçirip (uyku düzenimi hiç değiştirmeden) yatmıştım ki, tesadüfen instagramda Digitürk’ün internet sitesinden üye olmasanız bile canlı yayını izleyebileceğimizi öğrendim.

Kırmızı halıyı es geçip uyudum, nasılsa Instagram ve Twitter’dan hem kimin ne giydiğini hem de röportajları sonradan da takip edebilirdim.

Julianne Moore ve Jennifer Lopez’in elbisesinden çokça bahsedilmesine rağmen ikisini de beğenmedim. Julianne Moore’un bel kıvrımı kaybolmuştu ve göğüs dekoltesi kötü geldi bana. Jennifer Lopez’in de dekoltesini beğenmedim.


Emma Stone’a ve yeşil elbisesine bayıldım. Tabi ki Elie Saab’mış :). Yırtmacı, sırtı, kolları her şeyiyle çok güzeldi.



İkinci favorim ise Gone Girl ile aday olan Rosamund Pike. Kırmızı bir elbise giymişti, Givenchy. Harikaydı. Kumaşı, duruşu her şeyi çok çok beğendim.



Reese Witherspoon’u da güzel buldum. Kıyafeti Tom Ford tasarımıymış.  Çok kibar, çok hoş görünüyordu. Küçükken Barbie’min bu modelde bir elbisesi vardı, çok severdim ve hep o elbiseyi giydirirdim, bana onu hatırlattı :).



Cate Blanchett biraz kolaya kaçmış gibi geldi bana. Sıfır yaka, kolsuz, siyah düz denebilecek ama yine de çok hoş bir elbise. Kolyesi de çok hoştu. Cate Blanchett’ın kendisini çok beğeniyorum, o soğuk duruşuna çok uymuştu elbise. Görünümü çok hoşuma gitti.

167

Gwyneth Paltrow’un ise sadece kendisini beğendim. Elbise çok zarifti, kuğu gibi görünüyordu ama zerafet elbiseden değil Gwyneth Paltrow’dan geliyordu.


Erkekler de ise favorilerim Benedict Cumberbatch, Eddie Redmayne ve Adrien Brody.
Benedict zaten hep favorim çok bahsedilecek bir şey yok :).


Eddie Redmayne da çok fit ve ‘İngiliz’ görünüyordu.


Beni şaşırtan ve en çok beğendiğim ise Adrien Brody oldu açıkçası. Çirkin bir adam olmasına rağmen çok şık ve hoş görünüyordu. Klasik siyah smokinden ziyade siyah-beyaz ceketi çok farklıydı.


Bir de Edward Norton var tabi ki. Çok mülayim ve sevimli buldum törendeki hallerini. Böyle enişte gibi bir hali vardı :).

450

22 Şubat 2015 Pazar

1. Geleneksel Yechis Hollywood Film Ödülleri


Oscar’lar malum, kime niye gidecekleri çok belli olmuyor. 11 Eylül saldırısı olur, siyahlara verirler, Obama NASA’ya el verir, Gravity’i ihya ederler. Bir de benim gibi sinemadan profesyonel olarak anlamayan insanlarsanız, hiç sevmediğiniz filmlere ve oyunculara ödüllerin arka arkaya gitmesine sinir olursunuz. Güzel anlar yok mu var tabii ki. Mesela Leonardo DiCaprio’nun Oscar alamamasından artık fenalık gelmişken, geçen seneki törenden önce Dallas Buyers Club’ı izledim ve Matthew McConaughey’e giden ödüle çok sevindim. Aklımda en iyi kalan ise Russel Crowe’un Gladiator ile Oscar’ı aldıktan sonraki sene A Beatiful Mind ile tekrar aday olması, herkesin ödülü almasına kesin gözüyle bakarken, iki sene üst üste Oscar alacak olmanın şişkinliğiyle kırmızı halıdaki gıcık tavırları ve sonra Denzel Washington’ın adı açıklandığındaki surat ifadesi.

Her neyse sonuçta bu sene diğer ödüllerde de olduğu gibi (Golden Globe, BAFTA) Boyhood çoğu dalda kazanacak. Ben de Boyhood’u hiç sevmedim –bakınız bir önceki yazı-.

Ben de kendime kadar ödül töreni yapıyorum. Alternatif Yechis ödüllerini verdim, kendi istediğim gibi kişilere. O kel kafalı Oscar heykelciği de çok sevimsiz. Benim ödüllerim pembe elbiseli kız şeklinde. Ama yine de Boyhood’u atlamaya içim el vermedi. Ona Jüri Özel Ödülü olarak şu mavi şeyi layık gördüm :).



Ve kazananlar:

En İyi Film
The Grand Budapest Hotel

En İyi Erkek Oyuncu
Eddie Redmayne (The Theory of Everything)

En İyi Kadın Oyuncu
Julianne Moore (Still Alice)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
Ethan Hawke (Boyhood)
Edward Norton ile Ethan Hawke arasında karar vermekte çok zorlandım ama Ethan Hawke beni daha fazla etkilemişti, tercihim o .

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
Keira Knightley (The Imitation Game)
Aslında Birdman’da Emma Stone’u da çok beğendim ama gönlüm Keira Knightley’’dan yana. Ödüller benim duygusal olarak veriyorum :).

En İyi Animasyon
How to Train Your Dragon 2
Bu tercihimi ileride güncellemek isteyebilirim çünkü Song of the Sea ve The Tale of the Princess Kaguya’yı izlemedim. Ve ikisinden birinin en iyi olarak listeme oturabileceğine inanıyorum.

En İyi Yönetmen
Wes Anderson (The Grand Budapest Hotel)

En İyi Yabancı Film
Ida

En İyi Orijinal Senaryo
Alejandro G. Iñárritu, Nicolás Giacobone, Alexander Dinelaris, Jr. & Armando Bo (Birdman or (The Unexpected Virtue of Ignorance))

En İyi Uyarlama Senaryo
Graham Moore (The Imitation Game)

167, 450

Oscar Adayları Filmleri İzleme Maratonu



Oscar adayları Ocak sonuna doğru açıklandı. Hemen Oscar.go.com dan aday listesini aldım ve izlemek istediğim filmleri işaretlemeye başladım. Ama liste uzadıkça uzuyordu, 2014’te hiç film izlememişim sanırım :). Özellikle En İyi Yabancı Film dalındaki adayları merak ettiğim için, listem biraz kabarıktı ve 22 Şubat’taki ödül törenine kadar hepsini izlemem çok mümkün görünmüyordu. Grip salgını imdadıma yetişti, evde yatarken arayı baya kapattım. Hala izlemediğim birçok film var, ama törene kadar izlemek istediklerimi bitirdim en azından.

Burada ödülü kim alır tahminlerinden çok görüşlerimi ve dileklerimi yazacağım. Çünkü biliyoruz ki ödüllerin dağıtılmasında çok farklı dinamikler öne çıkıyor ve ben her sene değişen o kodu bir türlü çözemedim zaten.

Boyhood




Bu filmi geçen sene çok duymuştum. Birçok insan çok güzel olduğundan bahsediyordu. İnternetten çekmiştim ama izleyememiştim. Ödülleri toplamaya başlayıp Oscar adaylığı da açıklanınca ilk bu filmi izledim.
Ve hiç sevmedim :).

Bence filmin tek özelliği 12 senede çekilmiş olması. Bunu da filmi izlerken bilmiyordum ve hiç fark etmedim zaten. Artık filmlerde oyuncu kadrosunu o kadar güzel seçiyorlar ki karakterler gerçekten kardeş, anne/baba çocuk gibi duruyor. Başroldeki çocuğun da aynı kişi olduğunu fark etmedim açıkçası. Hatta anne için “Seneler geçti, kadının sadece saçları değişti. Saçını kestirip boyatınca yıllar geçmiş gibi olduğunu sanıyorlar herhalde.” diye düşündüm ve “Ne dandik film” diye damgaladım hemen :). Bence oyuncuları 12 yıl oynatırken botoks yaptırmama şartı da koymalılarmış.

Hikaye olarak da beni çok çekmedi. Bence bir erkek çocuğundan çok annesinin hikayesi idi.

-SPOILER-
Boşanması, diğer evliliklerinde de aradığını bulamazken ilk kocasının aradığı adam haline gelmesi, kendini geliştirmesi, ispatlaması, çocukları o kadar karmaşanın içinde normal/düzgün insanlar olarak yetiştirebilmesiydi benim filmde gördüklerim.
-SPOILER-

Ben Boyhood'u hiç sevmedim. Gönlümden de hiç geçmiyor ama büyük ihtimalle Oscar’da da En İyi Film, Yönetmen gibi önemli ödülleri Boyhood alacak gibi duruyor.

The Grand Budapest Hotel

İkinci olarak yine çok duyduğum ve Wes Anderson’a güvenerek güzel olacağına düşündüğüm The Grand Budapest Hotel’ı izledim. Hayal kırıklığına uğramadım, aksine tahmin ettiğimden daha çok sevdim.
Daha izlemeden, Wes Anderson ve Ralph Fiennes sayesinde bendeki kredisi fazlaydı bu filmin. Çocukluğumdan kalma bir alışkanlık (The English Patient) ve sonrasında Schindler’s List ile gelen bir sevgiyle Ralph Fiennes’i izleyeceğimi bilmek hoşuma gitmişti.


453

Filmi çok sevdim. Wes Anderson’ın aslında çok düz  bir hikayeyi anlatış şekli bende hayranlık uyandırdı. Heyecanlı, eğlenceli ve çok farklı, masal gibi bir film. Çok sevdiğim şeyler hakkında fazla konuşamıyorum, bir de ne söylesem spoilera girecek, mutlaka izleyin :).




The Theory of Everything

 Film Stephen Hawking ve ilk eşi Jane Hawking’i konu ediniyor. Stephen Hawking’in üniversetide Jane Wilde ile tanışması, hastalığının teşhisinin konması ve ilerlemesi, evlenmeleri ve sonrasında evlilik hayatları ile devam ediyor.

Film Jane Wilde Hawking’in yazdığı Travelling To Infinity: My Life with Stephen by Jane Wilde Hawking kitabından uyarlanmış. Belki de bu nedenle filmde Stephen Hawking biraz edilgen bir karakter olarak yer alıyor. Evet odak noktası o ama olayları eşinin anlattığı havası hemen hissediliyor.

Filmi çok sevdim ama biraz zayıf buldum. Bilimsel açıdan çok zayıftı, özellikle Interstellar’dan sonra çok daha sağlam fizik konuşmaları bekliyordum açıkçası. Hiç yok değil, Stephen Hawking’in kilit başarıları filmde işleniyor, tez konusu, sonraki teorisi, bilimsel çevrelerde saygınlık kazanması, A Brief History of Time kitabını yazması filmde yer alıyor. Zaten filmin ismi de Stephen Hawking’in evren ile ilgili arayışından geliyor. Sadece bilimsel açıdan içeriği biraz zayıf geldi bana, basitçe şöyle bir anlatılıyor. Stephen Hawking vahiy gelmiş gibi bir anda kitap yazmaya başlamış gibi duruyor.

Duygusal açıdan da beklediğimden daha zayıf buldum filmi. Birbirleri ile ilişkileri ile ilgili çok az detay var. Biraz kronolojik, biraz bilimsel, biraz duygusal bir film olmuş, hepsinden azar azar var ama hiçbiri tam anlamıyla tatmin etmiyor.

Yine de Stephen Hawking’in yaşamını ekranda bir film olarak izlemek hoşuma gitti. Belgesel gibi değil gerçek bir filmdi ve güzeldi. Akıcı sıkmayan güzel bir film.

Güzelliğinin de büyük bölümünü Stephen Hawking’i oynayan Eddie Redmayne’e borçlu. Harika oynuyor, Stephen Hawking’e o kadar benziyor ki. Hatta Stephen Hawking’in filmi izledikten sonra yönetmeni arayarak teşekkür ettiği yazılıyor. Eddie Redmayne bu film ile şimdiden Golden Globe ve BAFTA En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini aldı, umarım Oscar’ı da alır :). Theory of Everything’te farklı görünmesine rağmen o kadar net bir oyunculuğu var ki, birkaç hafta önce de Jupiter Ascending’i izlerken görünümden değil konuşması ve tavırlarından onun olduğunu anladım. İngilizler yükseliyor, memnunum :).


Film vizyona 27 Şubatta girecek, Oscar adayı filmlerin ödül töreninden sonra vizyona girmesinden hiç hoşlanmıyorum.

The Imitation Game


 Konuya girişim kısa olacak: Benedict Cumberbatch :). Gerçi filmdeki performansını çok aynı buldum, yani sanki her seferinde aynı karakteri oynuyormuş gibi bir hali oldu, ama olsun, Sherlock gibi bir Alan Turing oynasaydı bile izlerdim :).

Film Alan Turing ile ilgili. İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz ordusu ve gizli servisinin Almanların Enigma cihazı ile oluşturdukları kriptolu mesajlarını kırmaya çalışması ve Alan Turing’in bu görev için çalışmasını anlatıyor.

-SPOILER-
Filmin zaman olarak iki açıdan ilerlemesini çok sevdim. Şimdi fazla spoiler vermeden nasıl anlatacağımı bilemedim de o kadar sinema bilgim yok  Şifre kırma kısmı geçmiş olarak ilerliyor, arada da o anki bir olay var, bu geçişler çok hoşuma gitti.
Ve sonu, beni çok üzdü, vurdu resmen. O son sahne, artık aciz hale gelmiş Alan Turing beni çok üzdü. Çok zeki bir insan olması, harika işler başarmış olması bir yana sırf insan olduğu için öyle bir hükmü hak etmiyordu. İntihar etmeseydi neler başarabilirdi bu olayın sadece başka bir yüzü.
-SPOILER-

Film hikaye olarak çok güzel akıyor, duygusal hatta romantik bir hali var. Bir dahinin sorunlarını da irdeliyor aslında :), Alan Turing’in asosyalliği, sonuç odaklılığı olayların gidişinde çok etkili. Spesifik bir olayı ve dönemi anlattığı için de bilimsel açıdan da çok zayıf değil. Yani bu kadarı yetiyor zaten daha fazla detay öğrenmeye ihtiyaç duymadım.

The Imitation Game adaylar arasında mutlaka izlemeniz gereken filmlerden.

Birdman or (The Unexpected Virtue of Ignorance)


Ben bu filmi anlamadığımı düşünüyorum :) .

Hem senaryo hem yönetmenlik açısından benim için çok farklı bir filmdi. Dar mekanlarda geçmesine rağmen çok dinamik, hareketli kamera ile sürekli oyuncuları takip etmesini çok sevdim.

Inarritu çok değişik bir yönetmen zaten. Biutiful, Babel, 21 Grams hepsi hem her şeyden hem de birbirinden çok farklı ve çok güzel filmlerdi. Birdman de çok farklı ama güzel olduğunu söyleyemeyeceğim.

Hikaye olarak ise beni çok cezbetmedi, belki de anlamadım bilmiyorum. Filmde Micheal Keaton Birdman adında bir süper kahramanı oynamış eski bir Hollywood aktörünü canlandırıyor. Broadway’de bir tiyatro oyunu sahnelemeye çalışması ile başlıyor film.

Filmde ilgilimi çeken kısımlar Edward Norton’ın olduğu sahneler oldu. O da bir anda kayboldu :).
İzlediğime pişman değilim, bu kadar farklı bir filmi görmem gerekirdi zaten. Ama bende çok yer etmedi bu film.

American Sniper


Berbat bir film. İzlememiş olmayı isterdim. Bradley Cooper’ın gazına gelip izledim ama ona rağmen çekilecek bir film değil. Aslında izlerken çok sıkılmadım, öyle saç baş yolduran bir türlü bitmeyen bir film değil. Çok düz, basit. Ama saf bir Amerika ve savaş propagandası. Irak savaşını sevimli göstermeye çalışıyor, biz de haklıyız aslında, biz de neler yaşadık konseptinde bir film. Bu yüzden izlemeye hiç gerek yok. İlla Bradley Cooper diyorsanız Hangover’ları ve Limitless’ı izleyin, hem bu filmlerde çok daha yakışıklı :).

Selma – Whiplash



En iyi film adaylarından izlemediğim iki film kaldı. Selma ve Whiplash. Selma’yı internette bulamadım, sadece fragmanı eklenmişti. Ama merak ediyorum, çıktığı gibi izleyeceğim.

Whiplash’i ise açıkçası canım izlemek istemedi :). Konusu çok ilgimi çekmedi, Whiplash’i izlemektense En İyi Yabancı Film adaylarına geçmeyi tercih ettim. Hard diskimde duruyor ama izleyeceğim mutlaka.

Ida


Polonya filmi. Hem En iyi Yabancı Film hem de Sinematografi dallarında aday.

Öksüz bir genç kızın, rahibe yemini etmeden önce ailesinin ölümündeki sırrı çözmek için teyzesi ile birlikte çıktığı yolculuğu anlatıyor.

Bu film izlediklerim arasında en sevdiklerimden biri. Hikâye çok hoşuma gitti, çok yalın, çok sakin ama bir o kadar da vurucu. Siyah beyaz olması da hem bu havayı yaratmakta etkili olmuş, hem de siyah-beyazlıktan bağımsız olarak oluşan hikâyenin havasına katkıda bulunmuş gibi. Yani hangisi hangisini doğuruyor gibi bir ayrım yapmak çok mümkün değil.

Film fotoğraf kareleri gibi ilerliyor, kamera sabit, fotografik bir sahne var ve diyaloglar bu sahnede gerçekleşiyor. Kadrajın çoğu zaman ortalamamasını sevdim, çerçeve oyuncuların göğüs kısmından başlıyor ve başlarının üzerinde büyük bir boşluk oluyor, yani oyuncuların kafası ekranın ortasına sabitlenmiyor. Ben bu fotoğraf kareleri durumu nedeniyle filmden biraz Nuri Bilge Ceylan havası aldım. NBC filmlerine asla benzemiyor, hikaye çok daha akıcı. Ama fotoğraf karesi gibi sahneler benim Nuri Bilge Ceylan’da alıştığım bir durum, bu nedenle bana onu hatırlattı.

Film bence her şeyi ile görülmeye değer. Özellikle harika bir kadın hikayesi olması nedeniyle mutlaka izlemelisiniz.

Leviathan

 
Rus filmi. Biraz uzun bir film, ama hiç sıkıcı değil. Sürekli bir şeyler oluyor, hikaye çok dinamik ama filmin genel havası sakin. Olaylar arasındaki geçişler çok hızlı değil çünkü. Aksiyon filmi gibi koştur koştur bir şeyler olmuyor.

Filmin konusu Belediye Başkanının keyfi kararları nedeniyle evinin bulunduğu arsaya el konulan ve avukat bir arkadaşının yardımıyla evini yıkılmaktan kurtarmaya çalışan bir adamın hikayesi. Rusya’nın bozuk düzenini, rüşvet ve zorbalıkla süren ilişkileri açıkça görebiliyoruz.

Ida ve Leviathan ile yabancı film adaylarından iki tanesini izlemiş oldum. Ama rahatlıkla söyleyebilirim ki yabancı filmleri daha çok beğendim. Çok daha karakterli filmler. Zaten ben uzun zamandır Oscar’ları ödül töreni olarak değil de bana “İzlenecekler Listesi” sunan bir aktivite olarak görüyorum.

İzleyeceklerim

Ödül alsın almasın değişmeyecek olan izleyeceklerim listesi de:

Foxcathcer
Two Days, One Night
Still Alice
Gone Girl : (geçen seneden beri izleyeceğim bu filmi ama bir türlü beceremedim)
The Judge
Wild
Into the Woods
Tangerines
Timbuktu
Wild Tales


450, 453