Konularını hatırlamadığımı sanmama rağmen belki de aklımda bir şeyler kalmış olacak ki, geçen günlerde de arka arkaya benzer konulu iki film seçtim. İlki A Room with a View, diğeri de Far From the Madding Crowd. Benzerlikleri biraz genel, ikisi de eski dönemde İngiltere’de geçiyor ve bağımsız ruhlu kadınların romantik tercihlerinden bahsediyor.
Ben ikisinin de İstanbul Film Festivalinde beğenip bilet bulamadığım filmlerden olduğunu düşünmüştüm ama A Room with a View festivalde gösterilmemiş. E.M. Forster’ın 1908 yılında yayınlanan romanından uyarlama, film de 1985 yılına ait. Zaten daha ilk sahnede Helena Bonham Carter’ın gencecik halini görünce filmin yeni olmadığını anlıyorsunuz.
Helena Bonham Carter’ın oynadığı Lucy Honeychurch, 1900’lerin başında İngiliz kasabası Surrey’de annesi ve erkek kardeşi ile yaşayan genç bir kız. Aslında bağımsız bir karaktere sahip, arzuları ve istekleri olan biri. Ama üst sınıfa dâhil olması, eğitimi ve hepsinden önce kadın olması nedeniyle sosyal statüsünün çizdiği örnek kadın profilinin sınırlarında karakterini ve ideallerini kısıtlamış. Bu konuda en açık yorum aile dostları peder Mr. Beebe’den geliyor. Lucy’nin piyanoda Beethoven çalışını dinledikten sonra: “Eğer piyano çaldığı gibi yaşasaydı, her şey çok daha ilginç olacaktı –hem onun için hem de bizim için.”
''If she ever takes to living as she plays, it will be very exciting -both for us and for her.''
Film Lucy Honeychurch’un kendinden büyük kuzeni Charlotte Bartlett’in gözetimi altında çıktığı İtalya tatilinde başlıyor. Kaldıkları otel odalarının manzarasız olduğundan yakınırken, onlara odalarını değiştirmeyi teklif eden baba-oğul Emerson’lar ile tanışıyorlar ve genç Bay Emerson –George- Lucy ile arkadaş oluyor. George, Lucy’nin tam tersi bir karaktere sahip, kendini kısıtlamıyor. Herhangi bir din, sosyal statü ya da görüşten bağımsız yetiştirilmiş. Bu nedenle belki biraz meczup, fazlaca da cesur. Özgürce düşünüyor ama hassas karakteri nedeniyle hisleri konusunda aynı derecede bağımsız değil.
Lucy özgür ruhunu açığa çıkaran George’u İtalya tatilinde geride bırakıp İngiltere’ye dönüyor ve Cecil Vyse adında kibirli ve zengin bir gencin evlilik teklifini kabul ediyor. Cecil ise sanata –aslında sanattan çok kendine ve sanatın kendisindeki yansımalarına aşık bir adam. Lucy’nin de kafa karışıklığı burada başlıyor, özgür, hassas ama ait olduğu sınıfın değerlerinden uzak olan George mu, yoksa kibirli ama görünüşte ideal bir koca adayı olan Cecil mi?
Burada filmdeki –ve kitaptaki- açık/kapalı mekan algısından da bahsetmek gerek. George’u genelde hep açık ve geniş mekanlarda görüyoruz. Yürüyüşte, yağmur altında bisiklete binerken, gölde yüzerken… Cecil ise her zaman evde, en fazla evin bahçesinde kitap okuyor. Lucy’nin ikisi arasındaki gel giti biraz da kendi karakterinin sınırladığı yanlarının ortaya çıkması ile de ilgili.
Yazıyı buraya kadar okuduysanız kızmayın sakın, hiç spoiler vermedim, filmi gönül rahatlığıyla izleyebilirsiniz :). Hatta izleyin de, ben filmi çok sevdim. Yer yer komik, sevimli ve romantik bir film. Yukarıda bahsettiklerimin hiçbirine takılmadan saf bir aşk hikayesi olarak da izlenebilir, iki türlü de çok keyifli. Helena Bonham Carter biraz gölgede kalsa da çok iyi oynuyor. Cecil rolündeki Daniel Day-Lewis ise bana göre filmin yıldızı.
Benim gibi eski Türk filmlerine, romantik ve nostaljik dönem filmlerine aşıksanız bu filme de bayılacaksınız :).
Far From the Madding Crowd
A Room With a View’un üzerimde bıraktığı tatlı etki henüz geçmeden yeni bir film seçmeye koyuldum. Yine konusunu pek de hatırlamadan Far From the Madding Crowd’da karar kıldım, ama bu sefer İstanbul Film Festivali’nde gösterilmesi ile ilgili yanılmamışım.
Film yine bir kitap uyarlaması, Thomas Hardy’nin 1874’de yayınlanan kitabından uyarlanmış, 2015 yapımı. Öyle sevimli ve tatlı romantik bir film değil, hatta hem sinematografi hem de konu itibariyle karanlık olarak nitelendirilebilecek bir film. Ama en nihayetinde bir aşk filmi :).
1870’lerde Viktorya İngiltere’sinde geçen film Bathsheba Everdene’in hikâyesini anlatıyor. Annesini ve babasını kaybetmiş Bathsheba, teyzesinin çiftliğinde çalışmaktadır. Komşuları Gabriel Oak onu görüp aşık olur ve Bathsheba’ya evlenme teklif eder. Bathsheba, Gabriel’dan hoşlanmasına rağmen bu teklifi reddeder. Bağımsız bir kadındır, bundan sonra da bir erkeğe ihtiyacı olmayacaktır, Gabriel’ın bir süre sonra onu hor görmeye başlamasını istememektedir.
Ama garip bir biçimde kaderleri tersine döner. Gabriel iflas ederek borçlarını ödemek için çiftliğini satar ve iş aramaya koyulur. Bathsheba’ya ise ölen amcasından çiftlik miras kalmıştır.
163 |
Özetinin tersine, Far From the Madding Crowd “aşk filmi” olarak nitelendirilebilecek bir akışa sahip değil. Romantik değil, sakin bir film de değil, sürekli bir şeyler oluyor ve böylece ilgiyi sürekli ayakta tutuyor. Yangınlar, ölen insanlar, fırtınalar bitmiyor film boyunca. Ama tüm bunlar duygusal olaylarla o kadar uyumlu ki, içiniz kararıp “Yeter artık bu ne bitmeyen felakettir.” diye düşünmüyorsunuz.
169 |
Filmin kötü yanı ise bazı olaylar ve karakterlerde ciddi boşluklar olması. İzledikten sonra kafanızda soru işaretleri kalabilir. Bu yüzden eğer kitabı okumaya niyetliyseniz bunu filmi izlemeden önce yapmanız daha doğru bir tercih olacak. Zira kitapta tüm sorularımızın cevabı varmış. Ben kitabı okumadım ama film bittikten sonra kitabın Wikipedia’daki özetine göz atıp “Ee o ne oldu şimdi?” sorularıma yanıt bulabildim.
Filmi izledikten sonra The Guardian’daki şu yazıyı da okuyun mutlaka. Thomas Hardy’nin kitabı, Thomas Vinterberg’ün 2015 yapımı bu filmi ve yine bir film olan 1967 yılında çıkmış John Schlesinger versiyonunu karşılaştırılıyor. Filmin sonuna doğru Boldwood karakterinin üstünkörü geçiştirildiği izlerken de fark edilen ve yazıda da bahsedilen bir durum. Ayrıca Bathsheba’nın filmde çok daha “hijyenik” bir karakter olarak sunulduğu, aslında kitapta talipleriyle eğlenen, onları kışkırtan ve kafalarını karıştıran paradoksal bir karakter olarak çizildiğini bilmek de filmi izlerken anlamsız bulabileceğiniz davranışları çözecektir.
450 |
Kitaptan uyarlanmasındaki sıkıntılarına rağmen A Room With a View izlerken keyif aldığım, bittikten sonra da üzerine düşündüğüm bir film oldu. Böyle her amaca hizmet eden filmleri çok seviyorum. Sadece eğlencesine, vakit geçirmek için de izleyebilirsiniz, karakterlerin derinlikleri, olaylardaki vurgular ve semboller üzerine düşünüp film ya da kitap hakkında farklı yazıları okuyarak ufkunuzu da genişletebilirsiniz. Ben biraz genişlettim, çok da üstelemedim.
Bu iki filmden sonra tabii ki de “eski dönem İngilteresinde aşk” temasına doymadım ve hemen kitaplığa koşup elime bir Jane Austen aldım. Tatilden beri tutulduğum kitap okuyamama hastalığıma da iyi geldi, Jane Austen ile tanışmak için ilk kitabı Akıl ve Tutku’yu (Sense and Sensibility) seçtim.
453 |
0 yorum:
Yorum Gönder