Oscar adayları Ocak sonuna doğru açıklandı. Hemen Oscar.go.com dan aday listesini aldım ve izlemek istediğim filmleri işaretlemeye başladım. Ama liste uzadıkça uzuyordu, 2014’te hiç film izlememişim sanırım :). Özellikle En İyi Yabancı Film dalındaki adayları merak ettiğim için, listem biraz kabarıktı ve 22 Şubat’taki ödül törenine kadar hepsini izlemem çok mümkün görünmüyordu. Grip salgını imdadıma yetişti, evde yatarken arayı baya kapattım. Hala izlemediğim birçok film var, ama törene kadar izlemek istediklerimi bitirdim en azından.
Burada ödülü kim alır tahminlerinden çok görüşlerimi ve dileklerimi yazacağım. Çünkü biliyoruz ki ödüllerin dağıtılmasında çok farklı dinamikler öne çıkıyor ve ben her sene değişen o kodu bir türlü çözemedim zaten.
Boyhood
Bu filmi geçen sene çok duymuştum. Birçok insan çok güzel olduğundan bahsediyordu. İnternetten çekmiştim ama izleyememiştim. Ödülleri toplamaya başlayıp Oscar adaylığı da açıklanınca ilk bu filmi izledim.
Ve hiç sevmedim :).
Bence filmin tek özelliği 12 senede çekilmiş olması. Bunu da filmi izlerken bilmiyordum ve hiç fark etmedim zaten. Artık filmlerde oyuncu kadrosunu o kadar güzel seçiyorlar ki karakterler gerçekten kardeş, anne/baba çocuk gibi duruyor. Başroldeki çocuğun da aynı kişi olduğunu fark etmedim açıkçası. Hatta anne için “Seneler geçti, kadının sadece saçları değişti. Saçını kestirip boyatınca yıllar geçmiş gibi olduğunu sanıyorlar herhalde.” diye düşündüm ve “Ne dandik film” diye damgaladım hemen :). Bence oyuncuları 12 yıl oynatırken botoks yaptırmama şartı da koymalılarmış.
Hikaye olarak da beni çok çekmedi. Bence bir erkek çocuğundan çok annesinin hikayesi idi.
-SPOILER-
Boşanması, diğer evliliklerinde de aradığını bulamazken ilk kocasının aradığı adam haline gelmesi, kendini geliştirmesi, ispatlaması, çocukları o kadar karmaşanın içinde normal/düzgün insanlar olarak yetiştirebilmesiydi benim filmde gördüklerim.
-SPOILER-
Ben Boyhood'u hiç sevmedim. Gönlümden de hiç geçmiyor ama büyük ihtimalle Oscar’da da En İyi Film, Yönetmen gibi önemli ödülleri Boyhood alacak gibi duruyor.
The Grand Budapest Hotel
İkinci olarak yine çok duyduğum ve Wes Anderson’a güvenerek güzel olacağına düşündüğüm The Grand Budapest Hotel’ı izledim. Hayal kırıklığına uğramadım, aksine tahmin ettiğimden daha çok sevdim.
Daha izlemeden, Wes Anderson ve Ralph Fiennes sayesinde bendeki kredisi fazlaydı bu filmin. Çocukluğumdan kalma bir alışkanlık (The English Patient) ve sonrasında Schindler’s List ile gelen bir sevgiyle Ralph Fiennes’i izleyeceğimi bilmek hoşuma gitmişti.
453 |
Filmi çok sevdim. Wes Anderson’ın aslında çok düz bir hikayeyi anlatış şekli bende hayranlık uyandırdı. Heyecanlı, eğlenceli ve çok farklı, masal gibi bir film. Çok sevdiğim şeyler hakkında fazla konuşamıyorum, bir de ne söylesem spoilera girecek, mutlaka izleyin :).
The Theory of Everything
Film Stephen Hawking ve ilk eşi Jane Hawking’i konu ediniyor. Stephen Hawking’in üniversetide Jane Wilde ile tanışması, hastalığının teşhisinin konması ve ilerlemesi, evlenmeleri ve sonrasında evlilik hayatları ile devam ediyor.
Film Jane Wilde Hawking’in yazdığı Travelling To Infinity: My Life with Stephen by Jane Wilde Hawking kitabından uyarlanmış. Belki de bu nedenle filmde Stephen Hawking biraz edilgen bir karakter olarak yer alıyor. Evet odak noktası o ama olayları eşinin anlattığı havası hemen hissediliyor.
Filmi çok sevdim ama biraz zayıf buldum. Bilimsel açıdan çok zayıftı, özellikle Interstellar’dan sonra çok daha sağlam fizik konuşmaları bekliyordum açıkçası. Hiç yok değil, Stephen Hawking’in kilit başarıları filmde işleniyor, tez konusu, sonraki teorisi, bilimsel çevrelerde saygınlık kazanması, A Brief History of Time kitabını yazması filmde yer alıyor. Zaten filmin ismi de Stephen Hawking’in evren ile ilgili arayışından geliyor. Sadece bilimsel açıdan içeriği biraz zayıf geldi bana, basitçe şöyle bir anlatılıyor. Stephen Hawking vahiy gelmiş gibi bir anda kitap yazmaya başlamış gibi duruyor.
Duygusal açıdan da beklediğimden daha zayıf buldum filmi. Birbirleri ile ilişkileri ile ilgili çok az detay var. Biraz kronolojik, biraz bilimsel, biraz duygusal bir film olmuş, hepsinden azar azar var ama hiçbiri tam anlamıyla tatmin etmiyor.
Yine de Stephen Hawking’in yaşamını ekranda bir film olarak izlemek hoşuma gitti. Belgesel gibi değil gerçek bir filmdi ve güzeldi. Akıcı sıkmayan güzel bir film.
Güzelliğinin de büyük bölümünü Stephen Hawking’i oynayan Eddie Redmayne’e borçlu. Harika oynuyor, Stephen Hawking’e o kadar benziyor ki. Hatta Stephen Hawking’in filmi izledikten sonra yönetmeni arayarak teşekkür ettiği yazılıyor. Eddie Redmayne bu film ile şimdiden Golden Globe ve BAFTA En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini aldı, umarım Oscar’ı da alır :). Theory of Everything’te farklı görünmesine rağmen o kadar net bir oyunculuğu var ki, birkaç hafta önce de Jupiter Ascending’i izlerken görünümden değil konuşması ve tavırlarından onun olduğunu anladım. İngilizler yükseliyor, memnunum :).
Film vizyona 27 Şubatta girecek, Oscar adayı filmlerin ödül töreninden sonra vizyona girmesinden hiç hoşlanmıyorum.
The Imitation Game
Konuya girişim kısa olacak: Benedict Cumberbatch :). Gerçi filmdeki performansını çok aynı buldum, yani sanki her seferinde aynı karakteri oynuyormuş gibi bir hali oldu, ama olsun, Sherlock gibi bir Alan Turing oynasaydı bile izlerdim :).
Film Alan Turing ile ilgili. İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz ordusu ve gizli servisinin Almanların Enigma cihazı ile oluşturdukları kriptolu mesajlarını kırmaya çalışması ve Alan Turing’in bu görev için çalışmasını anlatıyor.
-SPOILER-
Filmin zaman olarak iki açıdan ilerlemesini çok sevdim. Şimdi fazla spoiler vermeden nasıl anlatacağımı bilemedim de o kadar sinema bilgim yok Şifre kırma kısmı geçmiş olarak ilerliyor, arada da o anki bir olay var, bu geçişler çok hoşuma gitti.
Ve sonu, beni çok üzdü, vurdu resmen. O son sahne, artık aciz hale gelmiş Alan Turing beni çok üzdü. Çok zeki bir insan olması, harika işler başarmış olması bir yana sırf insan olduğu için öyle bir hükmü hak etmiyordu. İntihar etmeseydi neler başarabilirdi bu olayın sadece başka bir yüzü.
-SPOILER-
Film hikaye olarak çok güzel akıyor, duygusal hatta romantik bir hali var. Bir dahinin sorunlarını da irdeliyor aslında :), Alan Turing’in asosyalliği, sonuç odaklılığı olayların gidişinde çok etkili. Spesifik bir olayı ve dönemi anlattığı için de bilimsel açıdan da çok zayıf değil. Yani bu kadarı yetiyor zaten daha fazla detay öğrenmeye ihtiyaç duymadım.
The Imitation Game adaylar arasında mutlaka izlemeniz gereken filmlerden.
Birdman or (The Unexpected Virtue of Ignorance)
Ben bu filmi anlamadığımı düşünüyorum :) .
Hem senaryo hem yönetmenlik açısından benim için çok farklı bir filmdi. Dar mekanlarda geçmesine rağmen çok dinamik, hareketli kamera ile sürekli oyuncuları takip etmesini çok sevdim.
Inarritu çok değişik bir yönetmen zaten. Biutiful, Babel, 21 Grams hepsi hem her şeyden hem de birbirinden çok farklı ve çok güzel filmlerdi. Birdman de çok farklı ama güzel olduğunu söyleyemeyeceğim.
Hikaye olarak ise beni çok cezbetmedi, belki de anlamadım bilmiyorum. Filmde Micheal Keaton Birdman adında bir süper kahramanı oynamış eski bir Hollywood aktörünü canlandırıyor. Broadway’de bir tiyatro oyunu sahnelemeye çalışması ile başlıyor film.
Filmde ilgilimi çeken kısımlar Edward Norton’ın olduğu sahneler oldu. O da bir anda kayboldu :).
İzlediğime pişman değilim, bu kadar farklı bir filmi görmem gerekirdi zaten. Ama bende çok yer etmedi bu film.
American Sniper
Berbat bir film. İzlememiş olmayı isterdim. Bradley Cooper’ın gazına gelip izledim ama ona rağmen çekilecek bir film değil. Aslında izlerken çok sıkılmadım, öyle saç baş yolduran bir türlü bitmeyen bir film değil. Çok düz, basit. Ama saf bir Amerika ve savaş propagandası. Irak savaşını sevimli göstermeye çalışıyor, biz de haklıyız aslında, biz de neler yaşadık konseptinde bir film. Bu yüzden izlemeye hiç gerek yok. İlla Bradley Cooper diyorsanız Hangover’ları ve Limitless’ı izleyin, hem bu filmlerde çok daha yakışıklı :).
Selma – Whiplash
En iyi film adaylarından izlemediğim iki film kaldı. Selma ve Whiplash. Selma’yı internette bulamadım, sadece fragmanı eklenmişti. Ama merak ediyorum, çıktığı gibi izleyeceğim.
Whiplash’i ise açıkçası canım izlemek istemedi :). Konusu çok ilgimi çekmedi, Whiplash’i izlemektense En İyi Yabancı Film adaylarına geçmeyi tercih ettim. Hard diskimde duruyor ama izleyeceğim mutlaka.
Ida
Polonya filmi. Hem En iyi Yabancı Film hem de Sinematografi dallarında aday.
Öksüz bir genç kızın, rahibe yemini etmeden önce ailesinin ölümündeki sırrı çözmek için teyzesi ile birlikte çıktığı yolculuğu anlatıyor.
Bu film izlediklerim arasında en sevdiklerimden biri. Hikâye çok hoşuma gitti, çok yalın, çok sakin ama bir o kadar da vurucu. Siyah beyaz olması da hem bu havayı yaratmakta etkili olmuş, hem de siyah-beyazlıktan bağımsız olarak oluşan hikâyenin havasına katkıda bulunmuş gibi. Yani hangisi hangisini doğuruyor gibi bir ayrım yapmak çok mümkün değil.
Film fotoğraf kareleri gibi ilerliyor, kamera sabit, fotografik bir sahne var ve diyaloglar bu sahnede gerçekleşiyor. Kadrajın çoğu zaman ortalamamasını sevdim, çerçeve oyuncuların göğüs kısmından başlıyor ve başlarının üzerinde büyük bir boşluk oluyor, yani oyuncuların kafası ekranın ortasına sabitlenmiyor. Ben bu fotoğraf kareleri durumu nedeniyle filmden biraz Nuri Bilge Ceylan havası aldım. NBC filmlerine asla benzemiyor, hikaye çok daha akıcı. Ama fotoğraf karesi gibi sahneler benim Nuri Bilge Ceylan’da alıştığım bir durum, bu nedenle bana onu hatırlattı.
Film bence her şeyi ile görülmeye değer. Özellikle harika bir kadın hikayesi olması nedeniyle mutlaka izlemelisiniz.
Leviathan
Rus filmi. Biraz uzun bir film, ama hiç sıkıcı değil. Sürekli bir şeyler oluyor, hikaye çok dinamik ama filmin genel havası sakin. Olaylar arasındaki geçişler çok hızlı değil çünkü. Aksiyon filmi gibi koştur koştur bir şeyler olmuyor.Filmin konusu Belediye Başkanının keyfi kararları nedeniyle evinin bulunduğu arsaya el konulan ve avukat bir arkadaşının yardımıyla evini yıkılmaktan kurtarmaya çalışan bir adamın hikayesi. Rusya’nın bozuk düzenini, rüşvet ve zorbalıkla süren ilişkileri açıkça görebiliyoruz.
Ida ve Leviathan ile yabancı film adaylarından iki tanesini izlemiş oldum. Ama rahatlıkla söyleyebilirim ki yabancı filmleri daha çok beğendim. Çok daha karakterli filmler. Zaten ben uzun zamandır Oscar’ları ödül töreni olarak değil de bana “İzlenecekler Listesi” sunan bir aktivite olarak görüyorum.
İzleyeceklerim
Ödül alsın almasın değişmeyecek olan izleyeceklerim listesi de:
Foxcathcer
Two Days, One Night
Still Alice
Gone Girl : (geçen seneden beri izleyeceğim bu filmi ama bir türlü beceremedim)
The Judge
Wild
Into the Woods
Tangerines
Timbuktu
Wild Tales
450, 453
0 yorum:
Yorum Gönder