En sevdiğim on hatta beş film arasına gönül rahatlığıyla ekledim.
Şu ana kadar izlemediyseniz, film ile ilgili çok farklı yorumlar duymuş olmalısınız; çok güzeldi, çok kötüydü, çok kopuktu, çok donuktu, anlaşılmazdı gibi. Ben filmi İstanbul figüründen apayrı olarak çok sevdim, senaryosunu sevdim, anlatımına bayıldım, her detayın ince ince işlenmesine ise hayran kaldım.
Aslında çok farklı bir hikâye beklentisine sokup, minicik bir detayla bambaşka bir yere gidiyor film. İlk düşüncelere takılıp o detayı kaçırırsanız, filmin devamı da çok anlamsızlaşıyor. Ve o minik detayı nasıl yorumlayacağınız da size kalmış, benimkilerden çok farklı düşüncelere sahip de olabilirsiniz.
Biz bu yüzden filmi iki kez izledik. İlk izlediğimde fragmanın da etkisinde kalarak, kafam soru işaretleri ile dolu, Deniz’in kaybolmasına odaklanıp izlemiş ve oldukça da gerilmiştim. İkinci izlediğimde taşlar iyice yerine oturdu, ki hala tam oturtamadığım birkaç detay olduğunu düşünüyorum. Aşağıda hayran kaldığım o ince detaylardan bahsedeceğim, kaçırdığım ya da atladığım noktalar varsa bana yazın lütfen. Çünkü İstanbul Kırmızısı da İstanbul gibi, ondan bahsettikçe anlaşılıp hayran kalınıyor.
Böyle filmlere bayılıyorum zaten, çıktığımda düşünmeye devam ettiğim, üzerine konuşulacak çok şey olanlar. İlk izlediğimizde filmden çıkınca bir süre susup düşündük, ve sonra da saatlerce hakkında konuştuk. Durup durup aklımıza bir şey geldi çünkü, birisinin yakaladığı bir detayı diğeri çözdü ve film o en sevdiğim film listesine “Acaba?”sı kalmadan girdi.
Ben bu kadar detayla uğraşamam ama merak ettim derseniz de sadece İstanbul’u görmek için gidin. Görmek de değil de aslında İstanbul’un seslerini dinlemek için. Açılış sahnesinden itibaren İstanbul’un kalbine inen yumruklar gibi bamlayan inşaat seslerini, ezan seslerini, sokak müzisyenlerini, Boğaz’ı, vapurları dinlemek için izleyin. Bu esnada gözlerinize dokunacak Halit Ergenç’in gözleri, Nejat İşler’in gülümsemesi, Mehmet Günsur’un yırtan bakışları ve Tuba Büyüküstün’ün donuk güzelliği de bonus olacak.
Filmin etkisi o kadar eşsiz ki, üzerinizden uzun süre gitmiyor. Sadece İstanbul ya da bahsettiği hayatlar değil ruhunuzda kalan, filmin bütünü. Filmin o etkileyici, büyülü, biraz da tekinsiz havası. Zaten sırf senaryosu itibariyle de bizim gibi kitap kurtlarını içine alacak yanları var.
“
Ben 13 Mayıs 1996’da ‘Hamam’ı çektim. Kısıtlı imkânlarla ama tutkuyla. Onu Türk filmi olarak saymıyorum. Çekerken hep dedim ki, “Arkadaşlar! Bu filmde anlattığımız İstanbul artık olmayacak!” Koskoca Amerikan arabalarının olduğu, mahalle kavramının öne çıktığı, insan ilişkilerinin çok sıcak olduğu bir İstanbul’du. Gerçekten de artık yok! Şimdi de diyorum ki, ‘İstanbul Kırmızısı’nda gördüğünüz İstanbul da bir süre sonra olmayacak!” O yüzden filmi çekerken, şehirde duyulan pek çok sesi kaydettik. Ambulans sesleri, polis sirenleri, martı sesleri, yürüyüş sesleri, Boğaz’ın sesi, tabii ki ezan sesi, kilise çanları...”
---------------
Filmi ilk izlediğimizde uzun bir süre her şey Deniz’in Orhan’a yaptığı bir kurgu gibi geldi. Önce Deniz’in kaybolması ile çok gerildim, sonra The Game benzeri bir senaryo düşünmeye başladım. Deniz’in her şeyi Orhan için kurguladığı gibi –özellikle yalıdaki akşam yemeği sahnesinde bu düşüncem oldukça kuvvetlendi-. Ama Orhan’ın kafede yazmaya başladığı sahneyi görünce –yazdığı cümle ile-, Neval’e okuduğu Deniz’in mektubunu yazdığı sahne ile ve final ile bambaşka bir senaryo oturdu kafamda. Ve ikinci izleyişimde ilkindeki gerginlikten uzak, yüzümde gülümseme ile izledim.
Film Orhan’ın bir tekne ile 13 Mayıs 2016’da kırmızı yalıya gelmesi ile başlıyor. Orhan editör, Deniz’in yazdığı kitap üzerinde çalışmak için gelmiş. Yalıya ilk girdiğinde fotoğraflara bakarken çerçevede kendi yansıması yanında Deniz’in yansımasını görüyor ve hikâye buradan başlıyor.
Aslında yukarıda dediğim gibi bu detayları nasıl yorumlayacağınız size kalmış. Orhan’ın Deniz’in kitabını kafasında canlandırdığını, kitaptaki karakterlerle kafasının içinde tanışırken kendisini de bulduğunu düşünebilirsiniz. Aklınıza yatan bu da olsa yakın bir yerde buluşacağız.
Bize daha yakın gelen açıklama Deniz’in yazdığı kitabın aslında Orhan’ın kitabı olduğu. Orhan kafasında karakterleri oluşturmuş, kitabı da kurmuş. İstanbul’a gelip karakterleri ile tanışıyor, çalışmak için de yalıyı kiralıyor. Serra Yılmaz’ın oynadığı kâhya karakterinin kimi zaman hayal kimi zaman gerçek gibi görünmesi bu yüzden, gerçekte de yalıda ona refakat ediyor.
Ada’daki evin duvarında ölüm ve katliam haberlerini gördükleri zaman Neval açıklama yapmıştı; Deniz öncesinde tüm materyalleri toplamayı sever diye. Orhan da tüm materyalleri yalıdaki Deniz’in odasında duvarda toplamış, bilgisayarında da karakterlere ve kitaba dair dosyalar var. Ancak o odaya girebilmesi, kitabı yazmaya başlayabilmesi için hayatı ile ilgili çözmesi gereken konular vardı, bunları çözdükten sonra yazmaya başlayabildi. Zaten kafede yazmaya başladığında da, Deniz’in yalıda ilk karşılaştıklarında ona söylediği cümle ile başladı. (Geçmişe saplanan diye başlayan cümle.)
Filmin bir yerinde –sanırım Neval diyordu- yazarın yarattığı tüm karakterlere kendinden parçalar eklemesiyle ilgili bir diyalog vardı. Her karakter de Orhan’dan bir parça taşıyor. Tüm karakterler Orhan’ın geçmişi ile yüzleşmesine, kendini bulmasına ve İstanbul ile barışmasına yardımcı oluyor ve ortadan kayboluyor.
En büyük görev Deniz’in. Orhan’ı İstanbul’a getiriyor, onu kitabın karakterleri ile tanıştırıyor. Yalıda Orhan’a "Şimdi kitaptaki karakterlerle tek tek tanışacaksın, ama onlara bir şey sorma bana sor." dedi. Partiye gittiler, Orhan; Neval ve Oğuz ile tanıştı. Çorbacıda –Deniz sanki Orhan orada değilmiş gibi otururken- Orhan dedi ki: “Bütün filmlerini izledim. Güzeldi. Ama kitapta çok dağılmışsın.” Sonra dışarıdaki gürültüyü duydular: kağıtçı çocuk. "Kağıtlarım kağıtlarım. Hepsi uçtu. Ne kadar çok toplamıştım." Orhan’ın kafasındaki ilk taslak –Deniz’in kitabı- uçtu, çöp oldu. Oysa ki ne çok şey toplamıştı. Deniz, Neval ve Yusuf’un çocuklukları, yıllar boyunca yaşadıkları. Orhan yalıya döndü, şezlongda bütün gece düşündü, kitabının güçlü yanlarını düşündü. Yusuf’un ölümü, gasilhane, Yusuf’la ilgili her şey. Deniz, Orhan’a Yusuf’u gösterdi ve işi bitti, kayboldu.
Oğuz. Oğuz, Orhan’ın yaşlılığı, olgunluk tasviri, baba figürü. Deniz’in fikirlerine önem verdiği kişi. Güvensiz, alaycı ama bilge. Orhan’ın alkol problemi ile yüzleşmesini sağladı, o gece –kurguda da olsa- sarhoş oldu ama bir daha içmedi, eski günlerine geri dönmedi.
Deniz’in annesi Süreyya. Orhan’ın acısının ortağı. Anne figürü, biraz kendi annesinin biraz da eski eşinin olmasını istediği anne figürü. Oğlu Deniz doğduğundan beri acı çeken, geceleri uyumadan gelmesini bekleyen, ona bir şey olmaması için ayık, uyanık bekleyip gözeten anne. Yemek masasındaki sandalyesine kimseyi oturtmuyor, Yusuf’un annesi cenazede Deniz diye Orhan’a sarılınca acaba geldi mi diye gözleri arkada oğlunu arıyor. Orhan’ı oğlunun ölümü ile –ve köpeği Tomy’nin kaybolması ile- yüzleştirdi ve bunu gerçekten atlatmasını sağladı. Babası Deniz’i arabaya kilitlediğinde camı kırıp onu kurtarabileceğini söyledi. Orhan da kendi oğlunu kurtarabilirdi, ki yalıda kâbus gördüğünde –oğlunun ölümünü gördü- kalkıp salon kapısını açmaya çalışmış, açamayınca camı kırmıştı. Deniz’in annesi ve Orhan’ın ablası ile konuşmaları, Cumartesi Anneleri’ni duyması (Evladınızı 11 yıl görmemeye dayanabilir misiniz?) travmasını atlatmasını sağladı. Bağımlı olduğu günlerini atlatmıştı ama Yusuf’un dediği gibi o arabanın içinde kalmış bir zombi olmaktan kurtulması, tam olarak iyileşmesi İstanbul’da oldu.
Yusuf. Yusuf bağımlı olduğu kayıp dönemlerinin temsili. Bu yüzden çok güçlü, çok etkileyici bir karakter. Hayatının en derin dönemlerini temsil ediyor, sonu Yusuf gibi olmadığına göre Orhan bir şekilde o dönemden kurtulabilmiş ama bir zombi olarak yaşamaya devam etmiş. Neval’in eşine, aşkını itiraf ettiğinde Orhan, uzun süredir hiçbir şey hissetmediğini, Neval’i gördüğünde bunun değiştiğini söylemişti. Orhan’ın en son bir şey hissettiği dönem, Yusuf ile özdeşleştirdiği o dönem olmalı. Belki de bu yüzden diğer tüm karakterler kayboldu ama Yusuf öldü, Orhan o dönemi içinde öldürmüştü.
Neval. Sanırım filmin en sevdiğim yanı. Neval, İstanbul. Bu yüzden Tuba Büyüküstün ile ilgili yapılan donuk oynuyor, neden onu oynatmış gibi yorumlara kulak asmayın :). Neval tam da olması gerektiği gibi, mesafeli ama flörtöz, güzel, büyülü ve donuk. Oğuz’un dediği gibi “İstanbul bir sürtüktür, kimseyi geri çevirmez!” Önce Deniz’in sevgilisi sanıyoruz, sonra Yusuf’a merhamet mi duyuyor yoksa âşık mı diye bir şüpheye kapılıyoruz, bu sırada Orhan ile flört ediyor ve aslında evli çıkıyor. Hiçbir zaman sahip olunamayacak, herkesin âşık olduğu ama hep bir başka ilk görenin olduğu İstanbul. Doğuda evleri yıkılıp gelen Kürtlere kısa süreliğine kucak açan İstanbul.
Orhan’ın Neval’e olan ilgisi de onun İstanbul ile olan bağı. İlk gördüğünde çok etkilendi, ulaşamayacağını anladığında (Olmayacak. Bil İstedim.) kocasına da olsa aşkını itiraf etti.
Hepsi birer aşamaydı. Neval’le birlikte bir şeyler hissetmeye başladığını itiraf etti, ablası ile yüzleşti, oğlunun ölümü ile yüzleşti, Süreyya ona Deniz’in odasının anahtarını verdi. Anahtarı verdi ve “Belki bize Deniz’i getirecek bir şeyler bulabilirsiniz.” dedi. Deniz’in odası Orhan’ın “Mind Palace”ı idi belki de, karakterlerle hikâye ile ilgili tüm detaylar o duvarda ve bilgisayardaydı. Bundan sonra ablasını görmeye gidebildi, kitabı yazmaya başladı. Ablası ona “Kal.” dedi, “Artık gitme.” Orhan bilgisayarda Deniz’in Yusuf’a aşkını itiraf ettiği mektubu yazdı ve Neval’e yani İstanbul’a olan aşkını itiraf etti. Deniz ile bir oldu. Ve kalmaya karar verip İstanbul’un kalbine indi.
Neval ile kafede otururken Orhan, babasının saatçi dükkânından bahsetti, yani ablasının dükkânından. Neval’in içeri girme teklifini reddetti, “Belki başka zaman.” Zamanı gelmemişti çünkü, henüz hazır değildi, hazır olduğunda gidip ablası ile görüştü. Ablası ile yüzleşince, çocuğu ile ilgili sorunları ile yüzleşince de kitabı yazmaya başladı.
Deniz’in ağbisi de Orhan’ın ablasından parçalar taşıyor. Deniz’in yokluğunda annesine bakmış, yanında kalmış.
Bence Orhan ve ablası haricinde tek gerçek karakter var; Serra Yılmaz. Deniz’in annesinin işi bitip yalıyı terk edeceği sırada, Serra Yılmaz “Araba hazır, bekliyor.” diyip kayboluyor, Süreyya Orhan ile vedalışıyor, Serra birden Orhan'ın karşısında beliriyor. Tam o anda gerçeğe dönülüyor sanki. Orhan’a “Siz kapıları kapatırsınız.” diyor.
Filmin başında, ilk sabah yalıdaki kahvaltıda sadece Orhan’ın arkasının dönük olması, akşam yemeği masası, herkesin Orhan’a bakışı, harika detaylardı.
Film sona yaklaşırken bu detaylar daha da fark edilir oluyor.
Yusuf her karşılaşmalarında Orhan’a karşı öfkeli. Tek sakin konuşmaları, Yusuf ölmeden önce vapurdaki konuşma. Yusuf, Deniz'in boğazı geçmeye korktuğunu, arkada kalıp onu beklediğini söylüyor. Filmin sonunda ise Orhan önce Tommy’nin su kabını koyuyor sonra da suya atlayıp boğazı geçmeye başlıyor. Yıllardır kaçtığı İstanbul'un kalbine inecek ve tamamlanacak. Film bittiğinde "ee yani?" diyordum az kalsın ama biraz düşününce bundan güzel son olur mu!
Kitabın sonu ise; kitap bitti mi bilmiyoruz. Belki Orhan Neval'e aşkını itiraf edince bitti, belki denize atlayıp yüzerken bitti, belki de gerçekten kitabı Oğuz bitirecek.
450